18 Ağustos 2014 Pazartesi

Yabancılaşmayı motive eden çeşitli unsurlardan bazıları şunlardır: ideolojiler, dinler, kitle iletişim araçları, tüketicilik, yabancılaştıran emek vb… Ȍrneğin neden din yabancılaşmaya yol açar? Çünkü “dinin gerçekleri” sorgulanamazdır ve her zaman “Tanrı böyle buyurdu.” ya da  “kutsal kitapta öyle yazıyor.” denilir.

Yabancılaşma kavramı ve günümüz toplumu üzerine

Erol Anar
Postmodern bir yanılsama içinde bulunan insan, düşünceyi de tüketmekte, ona da yabancılaşmaktadır. Sonuçta kendisini değersiz ve güçsüz hisseden kişi, yaşamı da anlamsız bularak hem kendisine hem de topluma da ileri boyutlarda yabancılaşır. Bu, kişinin kendinden ve herşeyden uzaklaşmasıdır.
Medya ve reklamlar da kişiyi kendisine ve topluma yabancılaştırır. Televizyon, medya, filmler, reklamlar ve medya da bu yabancılaşmanın dozunu arttıran etkenlerdendir. Gerçeği manipüle eden bu araçlar, kişiyi gerçek olmayan sanal bir yanılsama dünyasına iter. Sanatta da yabancılasmanin izlerine rastlanır. Sanat da yabancılaşmanin bir aracı durumuna gelebilir.
İngiltere'de yapılan bir araştırmaya göre, 1 milyondan fazla insan izole bir sekilde yaşamakta ve evlerinde kendilerini hapisteymiş gibi hissetmektedirler. İzolasyon; depresyon, anksiyete, ve düşük özgüven gibi ağır sağlık sorunlarına neden olabilir. İzolasyonun etkileri yalnızlık içerir ve bunun sonucu kişinin dayanma kapasitesi düşer. İzolasyonun birçok biçimleri vardır yalnız yaşamak gibi, duygusal izolasyon sonucu kisş toplumla etkileşime girmez, güveneceği birisi de yoktur.
Sosyal izolasyon ve onun sonucunda da yabancılaşma ortaya çıkıyor.
Yabancılaşma kavramı ve günümüz toplumu üzerine 

Erol Anar
Yaşam atına yabancılaşma

“Yaşam atına yabancılaşırsın çoğu zaman, atın da sana. Atın ile seni birbirinize bağlayan bağı kestiğinde, kendi intiharını da gerçekleştirmiş olursun. Bazen başkalarının eline verirsin atının dizginlerini ve başkalarının atlarının kuyruğunu takip edersin. Oysa yaşam bir yarış değil, varıştır. Varış çizgisi ise insanlaşma serüveninde ne kadar yol aldığına bağlıdır. Varış çizgisi, hep uzaklaşır senden. Bazen başkalarının atlarını burun farkıyla da olsa geçmek istersin. Oysa yarış, yalnızca kendinledir, unutma.

Bazen bir dağın tepesinde, atının üzerinde gerilere bakar, ne de çok yol aldığını düşünürsün. Ve belki de yeter, biraz dinleneyim artık dersin kendi kendine. Oysa bu senin yanılsaman ve kendine, hayatına yabancılaşmandır. Gerilere değil, hep ilerilere bakmalısın. Gidilecek o kadar çok yol ve aşılacak o kadar çok dağ vardır ki, henüz yolun başında bile sayılmazsın. Unutma, her yaşam, eksik bir öyküdür. Kaybedilmiş ve eksilmiş güzelliklerinin, yabancılaşmanın, kazanılmış acı ve hüzünlerin öyküsü...” (Anar: age, s.30,31.)
Anomi; kuralları geçerliliğini yitirmiş ve herkes tarafından benimsenecek yeni kurallar yaratamamış bir toplumda, bireyleri toplumsal bütüne bağlayan bağların kopması durumunu ifade etmektedir.(Tolan, 1996:286). Marks(1974:330) anomiyi “organlar arasındaki ilişkinin düzensizliği sonucu, toplumsal dayanışmanın eksik olması durumu” olarak tanımlamaktadır. Merton(1938:674–676)’a göre ise, bireyin, toplumsal yapı tarafından oluşturulan kültürel hedefler ve bu hedeflere ulaşmak için kullanılabilecek kurumsallaşmış araçlara güveninin ve inancının azalması sonucu anomi durumu ortaya116 çıkmaktadır. Bu durumda birey, belirlenen hedeflere ulaşabilmek için toplumsal kabul görmeyen davranışlara başvurma eğiliminde olacaktır.
Nettler(1957:672)’e göre anomi ve yabancılaşma kavramları kesinlikle birbirleriyle ilişkili kavramlardır. Çünkü her iki kavram da kişinin kendi zihninde oluşturduğu çatışma durumu, bireysel hedeflerin bulunmaması, iç tutarlıktan yoksun olma gibi düzensizlik durumları ile özdeşleşmektedir. Tatsis(1974:230)’e göre de yabancılaşma ve anomi kavramları aslında aynı olgu üzerine yoğunlaşmaktadır. Her iki kavram da toplumsal düzensizlik durumunu incelemekte, nedenlerini arayarak çözüm önerileri getirmeyi amaçlamaktadır. Eğer toplumsal yapıdaki anomi durumu engellenemezse, sonuç olarak toplumda bir çözülmeyle sonuçlanabilmekte ve dolayısıyla da bireyde bir yabancılaşma haline neden olabilmektedir. Anomiye yol açan birçok durumun kesinlikle yabancılaşma probleminin bir bölümünü oluşturduğunu söylemek mümkündür.

YABANCILAŞMANIN TEORIK GELİŞİMİNDE VE TARIHSEL SÜREÇLERİNDE FARKLI ALANLARDA GÖRÜNÜMLERI  

KAMU İŞ
Çatışma


Çatışma, fizyolojik ve sosyo-psikolojik ihtiyaçların tatminine engel olan sıkıntıların meydana getirdiği gerginlik halidir. Thomas (1992:265) çatışmayı, kişinin hedeflerine ulaşamayacağını düşünmesi veya kendi varlığı ile ilgili olarak bazı kaygılar duyması sonucunda ortaya çıkan bir süreç olarak tanımlamaktadır. Pondy(1967:298) ise çatışma kavramının dört farklı durumu tanımlamak amacıyla kullanıldığını belirtmektedir. Bu durumlar şu şekilde sıralanabilir;Kaynakların kıt olması, çalışanların tutumlarındaki farklılıklar nedeniyle oluşan çatışmacı davranışlar,Stres, gerilim, endişe, düşmanlık gibi birey ile ilgili duygusal durumlar,Çalışanın çatışma durumunun farkında olup olmamasıyla ilgili algılayışına dayanan zihinsel durumlar,Kasıtlı yapılan saldırı ile ortaya çıkan pasif direniş sonucu gerçekleşen çatışmacı davranışlar.Çatışma olgusu da yabancılaşmaya neden olan faktörlerden biri olarak sayılabilir. Gerek örgütsel gerek bireysel nedenlerle ortaya çıkabilecek olan sorunlar çatışmaya ve daha ileriki adımda da yabancılaşmaya yol açmaktadır.
Hegel’e göre insanlık tarihi aynı zamanda da insanın yabancılaşmasının tarihi anlamına gelmektedir(Overend, 1975:306).
Hegel’e göre doğaya yabancılaşma ruhun tipik bir özelliğidir. Ancak, ruh gelişimini tam anlamıyla tamamladığında insan yabancılaşmış benliğinin üstesinden gelebilecektir. Yabancılaşma, mutlak ruh için kaçınılmazdır. Ruh, bu yabancılaşmadan diyalektik süreç içinde kendiliğinden kurtulmaktadır. Dolayısıyla yabancılaşma, “Mutlak Ruh”un kendini dışsallaştırması için zorunludur ve “Mutlak Ruh”un kendine dönme sürecinde aşılacaktır (Sayers, 2003:120).Hegel yabancılaşmaya, insanın gelişebilmesi için geçirmesi gereken bir evre olarak bakmaktadır. Kısaca Hegel felsefesinde yabancılaşma, insan ruhunun daha sonra yeniden birleşmek üzere toplumsal kurumlardan ayrılması ve bireyselleşmesi şeklinde tanımlanabilir.
Feuerbach’a göre yabancılaşmanın kaynağı dindir ve Tanrı yabancılaşmanın gerçek nedenidir. Yabancılaşma problemi, insan bilincinin Tanrı ve maddi dünya arasında tecrit hali sonucu ortaya çıkmaktadır (Overend, 1975:307).Feuerbach, Hegel’in yabancılaşma üzerine ortaya koyduğu sistemi tamamen tersine çevirmiştir. Hegel’de kendine yabancılaşan “Mutlak Ruh”, kendisini doğa ve insanda ortaya koymaktaydı. Feuerbach’a göre ise “Mutlak Ruh” yani Tanrı, Hegel’in söylediğinin aksine insanın yabancılaşmasının bir ifadesi olarak ortaya çıkmakta- dır. Đnsan öznel olanı, diğer bir ifadeyle yalnızca düşüncesinde, hayalinde var olanı, düşüncesi ve hayali dışında bir varlık haline getirmektedir(Tolan, 1996:286). Hegel yabancılaşma kavramını “Mutlak Ruh”un kendini dışsallaştırması olarak kullanmış ve buna olumlu bir anlam katmıştır. Feuerbach ise Hegel’in yabancılaşma ile ilgili düşün- celerini eleştirerek olumsuz bir anlam getirmektedir. Feuerbach’a göre insan öz niteliklerini tamamen kaybederse ve bunları Tanrı inancına bırakırsa gerçekten yabancılaşmış demektir(Bloch vd., 1970:120–121).

Feuerbach’a göre, insan kendi doğasının dışına çıkamaz. Bütün algı ve düşünceleri öznel yaşamı ile sınırlıdır. Bir başka deyişle insan, olgusal olanı öznel olarak yaşar ve kendi inanç ve düşüncelerine bağlanır. Dinsel değerlerin tümü ve Tanrı inancı yalnızca insanın öznel doğasının ve beklentilerinin yansımasıdır. Dolayısıyla insan olmadan Tanrı da olmaz. Çünkü insan Tanrı’nın kendisidir(Aydın, 2000:190).Feuerbach, yabancılaşmanın aşılabilmesi için, insanın kendi özünü insan olarak kavraması gerektiğini söylemektedir. Đnsanın bir takım “özsel nitelikleri” bulunmaktadır. Bunlar, irade, akıl ve sevgi olmak üzere üç tanedir. Bu üç özellik aynı zamanda insan gelişiminin araçları durumundadır. Đnsan, bu özsel niteliklerini insan olarak kendisinde topladığı anda yabancılaşmaktan ve Tanrı’nın kölesi olma durumundan kurtulacaktır(Tolan, 1996:286).


kamu -iş c10/ s.1/2008
Adam Smith’e Göre Yabancılaşma


Yabancılaşma ile ilgili olarak yapılan çalışmalarda Adam Smith’in konu ile ilgili düşüncelerine çok fazla değinilmemektedir. Buna rağmen bazı yazarlara göre, Adam Smith kapitalist sistemle gelişen işbölümünün fabrika işçileri için bazı olumsuz etkileri de beraberinde getirdiğini söylemekte ve bu etkileri Marx’ın yabancılaşma teorisine göre yorumlamaktadır(Lamb, 1973:275). Kanungo (1992:414) da, Adam Smith’in verimli bir ekonomi içinde çalışan işçilerin sorunlarını fark ettiğini söylemektedir. İşi kolaylaştırma ve işbölümünün yönetim kademesi tarafından uygulanması, Smith e göre işçilerin şevkini kırarak, bedensel ve zihinsel yeteneklerini tam olarak kullanamamalarına yol açmaktadır.Adam Smith’in genel teorisi işbölümü üzerinedir. Smith, “Ulusların Zenginliği” adlı eserinin birinci kitabında işbölümüne üretimi arttırıcı bir faktör olarak bakmaktadır. Smith’e göre işbölümü, toplumun uygarlaşmasının temel faktörü durumundadır. Ayrıca işbölümü, gelişmiş toplumların ilkel toplumlara göre refah seviyesin- deki artışın nedenlerini ve makinelerin keşfinin koşullarını açıklamayı mümkün kılmaktadır(Esin, 1982:16). Smith işbölümünü, yalnızca meslek uzmanlaşması ile sınırlamamaktadır. Smith’e göre işbölümü kalifiye işgücü için geçerli olduğu kadar küçük işleri gerçekleştiren işçiler için de geçerlidir. Đkinci aşamada ise Smith için işbölümü, işgücünün çeşitli iş süreçlerine dağıtımı anlamına gelmektedir. Bu ikinci aşamanın da sermaye birikimi ve gelişmesi süreci için önemli bir role sahip olduğunu söylemektedir.Smith, “Ulusların Zenginliği” adlı eserinin beşinci kitabında ise işbölümünün bazı olumsuz etkileri üzerinde durmaktadır. Smith, birinci kitapta işbölümü olmadan işçilerin “miskin ve tembel” bir hal alacaklarını söylerken, beşinci kitapta işbölümünün işçileri “ahmak ve bilgisiz” duruma getirdiğini söylemektedir(West, 1964:26). Yazar bu kitabında tüm yaşamını az sayıda ve basit işlemleri yerine getirerek geçirmek zorunda kalan bireyin kendi buluş yeteneğini geliştirme fırsatına uzak kaldığını, belirli bir topluluğun aktif üyesi olduğunu unuttuğunu ve bu topluluğun çıkarlarına ilgisiz kaldığını belirtmek- tedir(Esin, 1982:17). Smith, aynı zamanda işbölümünün insanların gelişimleri üzerinde de olumsuz etkileri olduğunu söylemektedir. Smith’e göre, sıradan insanlar kişisel eğitimleri ve gelişimleri için yeterli zaman ayırmamaktadır. Bunun nedeni de, işbölümü sonucu eğitimin faydalarının insanlar tarafından tam olarak algılanamayışıdır. Smith, eğitime verilen önemin artmasının, işbölümünün kültürel çevre üzerindeki olumsuz etkilerini ortadan kaldırmak için bir çare olduğuna inanmaktadır (West, 1969:10).Smith’in işbölümü ile ilgili olarak olumsuz düşünceleri, West (1964:25) ve Lamb(1973:276)’ın ifadesiyle “yabancılaşma paragrafı”nda kendini göstermektedir:“İşbölümü sürecinde toplumun ve işgücünün büyük bir kesimini oluşturan işçiler, birkaç basit işlemle, genel olarak bir veya iki işlemle sınırlandırılmaktadır. Toplumun çoğunluğunu oluşturan bu kesimin fikir ve düşünceleri de, çalışma yaşamı içinde gerçekleştirdik- leri bu basit işlemler sonucunda oluşmaktadır. Çalışma yaşamı bir veya iki basit işlemden ibaret olan işçi, fikirlerini göstermek veya düşüncelerini uygulamaya koymak amacıyla uygun yöntemler geliştirmek için hiçbir fırsat bulamamaktadır. Belki de sonuç çoğu zaman aynı, hatta hiçbir zaman değişmemektedir. Bu nedenle, doğal olarak işçinin iş için sarf ettiği çabada bir azalma meydana gelecek ve işçi ahmak ve bilgisiz bir hal alacaktır. Đşbölümü sonucu işçinin beyni uyuşacak, bu uyuşuklukta işçinin sadece hayattan zevk alamamasına neden olmakla kalmayacak, aynı zamanda da cömertlik, asillik, duyarlılık gibi duyguların yok olmasına neden olacaktır.”Hamowy(1968:258), Smith’in yabancılaşma paragrafı öncesinde işbölümünün toplum üzerindeki olumsuz etkilerinden bahsetmediğini, bu paragrafla birlikte ilk olarak işbölümüne karşıt bir açıdan baktığını belirtmektedir. Hamowy, Smith’in burada açıkça yabancılaşma kavra- mından bahsettiğini ve yabancılaşmayı işbölümünün bir sonucu olarak gördüğünü de ayrıca eklemektedir.West(1969:7–13), yabancılaşma paragrafıyla Smith’in işçiler üzerinde daha çok kendine yabancılaşma duygusunun etkin olduğunu anlatmak istediğini belirtmektedir. West’e göre, Smith diğer eserlerinde de yabancılaşmanın tek türünden bahsetmekte, işçiler üzerinde güç- süzlük ve topluma yabancılaşma duygusunun etkili olmadığını söyle- mektedir.Buna karşılık Lamb(1973) ise, Smith’in yabancılaşma paragra- fını farklı yorumlamaktadır. Lamb’a göre Smith, işbölümünün sadece kendine yabancılaşmayı ortaya çıkarmakla kalmayacağına, aynı zamanda güçsüzlük ve topluma yabancılaşma boyutlarını da ortaya çıkartacağına inanmaktadır. Lamb(1973:281), West’in yorumunun tam anlamıyla yanlış olmadığını da eklemekte, Smith’in ağırlıklı olarak üzerinde durduğu yabancılaşma biçiminin kendine yabancılaşma olduğuna değinmektedir.Lamb(1973:275–276) ayrıca, Smith’in yabancılaşmayı, Marx’ın kavramı ünlü bir hale getirdikten sonra kullanmaya başladığını, o zamana kadar ise yerine satma, satış anlamına gelen “sale” kelimesini kullandığını belirtmektedir. Ayrıca Smith’in yabancılaşma paragrafının, ticaret-sanayi toplumunun insanlar üzerindeki olumsuz etkileriyle ilgili yazdığı yegâne cümleler olmadığını da eklemektedir. Kamu-İş; C:10, S:1/2008
Karl Marx’a Göre Yabancılaşma


Marx’ın kapitalizm üzerine yaptığı felsefi ve toplumsal eleştiri, piyasa ekonomisinin işçilerin ekonomik refahları ve özel yaşamları üzerindeki olumsuz etkileri konusunda yoğunlaşmaktadır. Kapitalizmle birlikte gelişen özel mülkiyet ve işbölümü, işçilerin aşağılanmasına ve kişiliksizleşmesine neden olmakta ve Marx’ın sıkça kullandığı yabancılaşma kavramıyla ifade edilen olumsuz bir durumun ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir(West, 1969:1).Marx’a göre yabancılaşmış durumdaki işçiye yaptığı iş artık kendi dışında bir varlık gibi görünmekte, istemeyerek yerine getirdiği bir süreç durumundadır. Đşçinin varolan özgürlüğü yalnızca yeme, doğurma gibi hayvansal fonksiyonlarıyla sınırlıdır(Overend, 1975:307). Genel olarak Marx’ın yabancılaşma kavramına bakışı, sadece işçinin kapitalist toplumda karşı karşıya kaldığı olumsuzluklar üzerinde durmamakta, aynı zamanda bu olumsuz durumların ahlaksal açıdan kınanmasını da içermektedir.Marx, yabancılaşmanın çeşitli şekillerde ortaya çıkabileceğini belirtmekte ve yabancılaşma kavramını dört boyutta incelemektedir (Ferguson ve Lavalette, 2004:300–302; Tolan, 1981:145–156; Overend, 1975:308–309); Emeğe yabancılaşma, iş sürecine yabancılaşma, doğaya yabancılaşma ve kendine yabancılaşma.Marx’ın üzerinde durduğu ilk yabancılaşma boyutu işçinin emeğine yabancılaşmasıdır. Marx’a göre kapitalist sistem içerisinde işçi; emeği üzerinde, dolayısıyla da emeği sonucu ortaya çıkan ürün üzerinde kontrol sağlayamamaktadır. Böylece işçinin emeği ve emeği ile ürettiği ürün, işçi için giderek farklı bir durum arz etmektedir. Đşçi üretim sürecinde bedensel ve zihinsel emek gücünü tam kapasiteyle kullanamamakta, ürettiği eşyayı hiçbir şekilde satın alamayacak duruma gelmektedir. Đşçinin emeği sonucu ortaya koyduğu ürün, artık işçinin karşısında yabancı bir nesne olarak durmaktadır. Başka bir ifadeyle kontrolü dışında işçi tarafından üretilen mal daha sonradan işçinin karşısına yabancı bir nesne olarak çıkmaktadır(Ferguson ve Lavalette, 2004:300).Marx, emeğe yabancılaşmanın insanlık tarihinde her zaman için varolduğunu söylemektedir. Fakat Marx’a göre kapitalist toplumda bu olgu en uç noktaya ulaşmakta ve işçi sınıfı diğer sınıflara oranlara çok daha fazla yabancılaşmaktadır. Bunun nedeni de, işçinin üretimin örgütlenmesi, planlanması ve kontrolünde hiçbir etkisinin bulunma- ması ve bir makineyle aynı değere sahip olmasıdır(Tolan, 1981:147).Marx’ın yabancılaşma teorisinin ikinci boyutu, işçinin iş sürecinde kontrole sahip olamaması sonucu ortaya çıkmaktadır. Marx iş sürecine, yalnızca yaptığı iş karşılığında işçiye yeterli ücretin ödenmesi şeklinde dar anlamda bakmamakta, iş sürecini, işçinin yaptığı işe kendi yaratıcılığını ve aklını da katabildiği faaliyetler bütünü olarak görmektedir. Marx’a göre kapitalist sistemde işçinin, hedeflerin belirlenmesi ve üretimin sonuçlanması gibi çeşitli faaliyetlerde hiçbir etkisi bulunmamaktadır. Ayrıca iş süreci de işçinin kontrolü dışında gerçekleşmektedir. Böylece işçi yaptığı işe hiçbir anlam verememekte fakat yerine getirmektedir(Ferguson ve Lavalette, 2004:301). Marx (1970:110–111), iş sürecinde yabancılaşmayı şu şekilde ifade etmek- tedir:“Đşçi ancak çalışmadığı zaman kendi varlığını hissedebilir, çalıştığı zaman ise kendini kendi dışında hisseder. Çalışmadığı zaman evinde gibidir, çalışmaya başladığı zaman ise kendini evinde hissetmez. Dolayısıyla çalışması istemli değil, zorlamadır. Çalışma, bir ihtiyacın karşılanması için değil, yalnızca çalışma dışı ihtiyaçların karşılanması amacıyla yerine getirilmektedir.”Ferguson ve Lavalette(2004:301), Marx’ın bu açıklamalarının günümüz çalışma yaşamında da büyük ölçüde geçerli olduğunu söylemektedir. Fabrikalarda, ofislerde ve daha birçok işyerinde çalışanların iş sürecinde karar verme inisiyatifleri kısıtlanmakta ve çalışanlar iş süreci üzerinde hiçbir şekilde kontrol sağlayamamaktadır.Marx’ın üzerinde durduğu üçüncü yabancılaşma boyutu da doğaya yabancılaşma şeklindedir. Đnsan-doğa ilişkisinde insanı diğer canlılardan ayıran özelliklerin başında doğaya egemen olabilmesi, onu değiştirebilmesi ve gerçek gereksinimleri doğrultusunda kullanabilmesi Kamu-Đş; C:10, S:1/2008gelmektedir(Tolan, 1981:152). Marx’a göre kapitalizm sonucu ortaya çıkan yabancılaşmış emek, insanı diğer canlılardan ayıran bu özelliğini ortadan kaldırmakta, insanı kendi doğasına yabancılaştırmaktadır (Marx, 1970:112–114).Marx’a göre yabancılaşmanın dördüncü boyutu ise insanın kendine yabancılaşmasıdır. Kendi ürününe ve iş sürecine yabancılaşan işçi, Marx’a göre giderek kendi öz benliğine de yabancılaşmaktadır. Đşçi kapitalist sistem içerisinde kendi yaratıcı gücünü kullanamamakta, bu da insanın kendi öz varlığına yabancılaşması anlamına gelmektedir (Petrovic, 1963:421). Marx, kendi öz varlığına yabancılaşan insanın, diğer insanlara da yabancılaşacağını söylemektedir. Đnsan kendi öz etkinliğine yabancılaşmış olduğu için, diğer insanlarla ilişkilerinde de kendi öz benliğiyle hareket etmeyecektir(Marx, 1970:116).
Herbert Marcuse’a Göre Yabancılaşma


Marcuse eserlerinde, Marx’ın yaşadığı döneme oranla sosyal yaşamın birçok değişikliğe uğradığını belirtmektedir. Marx, kapitalist toplum içinde yabancılaşan sınıfın işçi sınıfı olduğunu ileri sürmekteydi. Buna karşılık Marcuse, ileri sanayi toplumunu incelemiş ve yabancılaşmanın toplumun tüm temel sınıfları için geçerli olan bir olgu olduğunu ileri sürmüştür(Andrew, 1970:250).Marx, yabancılaşma olgusunu incelerken, işçileri ve işçi sınıfını odak noktası olarak almaktadır. Yabancılaşmanın aşılması da ancak bu sınıfın bilinçlenmesi, içinde bulunduğu durumun farkına vararak çözüm yollarını üretmesiyle mümkündür. Marcuse ise, işçi sınıfının Marx’ın beklediği doğrultuda yabancılaşmayı sona erdirebilecek güç olmaktan artık uzaklaşmış olduğunu vurgulamaktadır(Tolan, 1996:299–300).Marcuse’e göre işçi sınıfı, kapitalizmin önceki evrelerinde bedenini çalıştırarak hayatın zorunluluklarını ve lükslerini sağlayan, pislik ve yoksulluk içinde yaşayan bir yük hayvanı durumundaydı. Bu dönemde toplumdan atılmış bir canlıydı. Fakat teknoloji toplumunun ileri kesimlerinde örgütlenmiş olan işçi, bu atılmışlığı daha az duyulur biçimde yaşamaktadır. Toplumsal işbölümünün diğer insani nesneleri gibi artık işçi sınıfı da teknoloji toplumu ile bütünleşmektedir. Marcuse, yeni teknolojik iş dünyasında artık işçi sınıfının olumsuz tutumunun zayıflamakta olduğunu ve işçi sınıfının kurulu düzenin canlı karşıtı olmadığını söylemektedir(Tolan, 1981:160). Dolayısıyla da ileri derecede sanayileşmiş kapitalist toplumlarda, sistemle aşırı ölçüde bütünleşmiş işçilerden bir şey beklemek mümkün değildir(Tolan, 1981:159).Marcuse’e göre ileri derecede sanayileşmiş kapitalist toplum- larda insanlar kendilerini satın aldıkları ürünlerle tanımlamak-tadırlar. Ruhlarını, satın aldıkları lüks otomobillerde, villalarda, evlerde bulmaktadırlar. Bireyi topluma bağlayan sistem değişmiş ve artık toplumsal denetim, bireyin üretmiş olduğu ihtiyaçlar çerçevesinde sağlanmaktadır(Andrew, 1970:253).Marcuse kapitalist sistemin modern insan üzerinde yarattığı bir başka olumsuzluğun da, insana kendini ifade etmesini ve sosyalleşmesini sağlayacak zamanı bırakmaması olduğunu söylemekte- dir. Kapitalist sistemde modern insan tüm zamanını yoğun olarak çalışmak ve bu yoğunluk sonucu yorgun düşen vücudunu dinlendir- mek için harcamaktadır. Dolayısıyla da bireyin dış dünyayla ve diğer insanlarla doğrudan ilişki kurabilmesi için zaman kalmamaktadır (Andrew, 1970:247–248). Dış dünyayla doğrudan ilişki kurmaya zaman bulamayan insan da, bu ihtiyacını büyük ölçüde kitle iletişim araçlarıyla gerçekleştirebilmektedir. Kitle iletişim araçlarının da yardı- mıyla insan tümüyle sömürgeleşmekte, tutum ve eylemleri ile dış dünyayla ilişkilerinin bilincine varamayan, ama toplumu yönetenlerin istediği şeyleri, istediği ölçüde, istediği yer ve zamanda tüketen bir robot haline gelmektedir(Tolan, 1996:301).
Charles Wright Mills’e Göre Yabancılaşma


Charles Wright Mills, hizmet sektöründe çalışan, sayıları giderek artmasına rağmen oluşturdukları toplumsal gücün bilincinde olmayan ücretlilerin yabancılaşma koşulları üzerinde durmaktadır(Tolan, 1981:162). “Beyaz Yakalılar” isimli çalışmasında yaşadığı dönemde beyaz yakalıların yabancılaşma nedenlerini araştırmaktadır. Mills bu çalışmasında bir önceki yüzyıldaki eski ve nitelikli orta sınıfın değişmekte olduğunu, yeni ve ücretlerle kandırılan bir sınıfa dönüştüğünü belirtmektedir. Bu değişimin de büyük ölçüde özgürlük kısıtlaması şeklinde gerçekleştiğini söylemektedir(Gillam, 1981:6).Mills, beyaz yakalıların yabancılaşma sürecini şu şekilde ifade etmektedir(Tolan, 1981:162):“Çağımız bunalımının nedenleri temel bir olguda yatmaktadır: Politikada ve ekonomide, aile yaşamında ve dinsel yaşamda ve yaşantımızın tüm alan ve bölümlerinde, 18. ve 19. yüzyılların sarsılmaz gerçekleri ya yıkılmış ya da çözülmüş bulunmakta, buna karşılık çağdaş yaşamı çerçeveleyen görenekleri belirginleştiren yeni toplumsal değerler görülmemektedir. Böylece ne kabul etme, ne de reddetme olanağına sahibiz; ne isyan ne de ümit etmek için bir şevk ve heyecanımız kalmadı. Yaşamımız yön gösterici bir çizgiden yoksun bulunuyor. Beyaz yakalılarda bu bunalım daha da büyük; zira belirli bir inanç sisteminin yokluğu onları bireysel düzeyde silahsız bırakmış ve kolektif düzeyde güçsüz kılmış bulunuyor. Vahşi çağın oldukça yeni bir ürünü olan beyaz yakalı, kendisini doğuran ve kendisine karşı gittikçe daha fazla yabancılaştırmak için çaba sarfeden kitle uygarlığını saymazsak, kendine özgü bir kültüre de sahip değildir. Kendisini güvenlik içinde hissetmek için bağlar aramakta, ancak hiçbir topluluk, hiçbir örgüt onun bu gereksinmesine cevap vermemektedir. Bu yalnızlığı onu, basın, sinema, radyo ve televizyon gibi ucuz halk kültürünün yapay ürünleri için bulunmaz bir müşteri haline getirmektedir. Beyaz yakalı yaratmadığı bir dünyada yaşamaktadır.”Mills, Amerikan toplumundaki güç ilişkilerini ve siyasal yapıyı incelediği “Đktidar Seçkinleri” adlı eserinde de yabancılaşmaya değinmektedir. Mills bu eserde, kitle toplumu olarak nitelendirdiği Amerikan toplumunda görünürde demokratik bir nitelik taşıyan mekanizmanın sosyolojik anlamda hiçbir geçerliliği ve işlerliği olmadığı savını öne sürmektedir. Aslında özerk, etkin ve söz sahibi gibi görünen kitle örgütlerinin, meslek kuruluşlarının, derneklerin ve diğer kamu kuruluşlarının toplumsal karar almada ve uygulamada söz sahibi olmadığını vurgulamaktadır. Çünkü Amerikan toplumu, siyasal ve toplumsal açıdan yabancılaşmış bireylerin oluşturduğu kitle toplumu şeklindedir(Tolan, 1981:163).Mills’e göre yabancılaşmanın yoğun olduğu kitle toplumunun özellikleri şunlardır(Tolan, 1981:163):Başkalarının fikir, düşünce ve kanaatlerini dinleyenler pek çok, buna karşılık kendi fikir, düşünce ve kanaatlerini ifade edebilenler pek azdır. Tamamen toplama bireyler yığını durumuna indirgenen kamu, kitle haberleşme araçlarınca biçimlendirilmektedir.Kitle haberleşmesinin örgütlenme biçimi, bireylerin anında ve etkinlikle yanıtta bulunmalarına olanak vermemektedir.Kamuoyu, kitle haberleşme araçları tarafından oluşturulduktan sonra kamunun gerçekleştirebileceği eylemler yine kitle haberleşme araçları kanalıyla resmi makamlar ya da iktidar seçkinleri tarafından denetlenmektedir.Đktidar kurumları karşısında kitleleşmiş kamunun bağımsızlığı kalmamakta, iktidar kurumlarının ve resmi makamların görevlisi olan kimseler, kitleler üzerinde açık ya da örtülü olarak nüfuzunu kullanmakta, kişilerin karşılıklı ve özgür tartışma yoluyla kamuoyu yaratabilme özgürlüklerinin daha oluşmadan önlenmek istendiği ve önlendiği görülmektedir.Mills’e göre kitle toplumunda insanlar arası birincil etkileşim yoktur. Bu da bireyi umutsuzluğa itmektedir. Artık orta sınıfların en geniş toplumsal tabakaları oluşturduğu bu tür toplumlarda, askeri, ekonomik ve siyasal seçkinlerden meydana gelen oligarşiler, insanları yönlendirmektedir.
Erich Fromm’a Göre Yabancılaşma

Fromm(1991:117)’a göre yabancılaşma, bireyin kendisini, kendisine yabancı gibi duyduğu deneyim biçimidir. Bu durumda kişi kendisini dünyasının merkezi, hareketlerinin yaratıcısı olarak görmemektedir. Artık hareketleri ve davranışlarının sonuçları, kişinin boyun eğdiği efendileri durumundadır. Yabancılaşmış birey, nesneleri algılarken kendisi ve dış dünya ile üretici bir ilişki içinde değildir.Fromm, çağdaş toplumda yabancılaşmanın her yeri kapladığı düşüncesindedir. Yazar’a göre kapitalist sistemin üretim şekli nede- niyle insan, korkak ve yabancılaşmış bir hale gelmektedir. Çünkü bu sistem, bireyin onların karşısında kendini aciz ve çaresiz hissettiği, giderek büyüyen ekonomik ve bürokratik devler yaratmaktadır. Bu durumda da bireyler toplumsal oluşumlara aktif olarak daha az oranda katılabilmektedir. Bu sistem içinde korkak bir hale gelen insanın tek çaresi de tüketmektir. Bu yolla insan pasifliğe yöneltilmekte ve dün- yada hiçbir şeyi aktif olarak yaşayamamaktadır(Fromm,2004:66–67).Fromm(1996:99)’a göre, bireyin ekonomik amaçların aracı olarak boyun eğmesi, sermaye birikimini ekonomik etkinliğin amacı ve hedefi haline getiren kapitalist üretim biçiminin garipliklerinden kaynaklanmaktadır. Kişi kar sağlamak amacıyla çalışır ama sağladığı kar harcanmayacak, yeni yatırıma dönüşecektir. Yalnızca sermaye birikimi uğruna çalışma ilkesi nesnel olarak insanoğlunun gelişmesi açısından çok büyük bir önem taşımakta, ancak öznel olarak insanı kişisel olmayan amaçlar için çalışmak durumunda bırakmaktadır. Đnsanı adeta kendi elleriyle inşa ettiği makinenin kölesi haline getir- mektedir. Böylece de insan kişisel önemsizlik ve güçsüzlük duygusuyla doldurulmaktadır.Fromm, kapitalizmi bireyi yalnızlaştırması, önemsizlik ve güçsüzlük duygularıyla ezmesi nedeniyle eleştirmektedir. Bununla birlikte kapitalizmin olumlu yanlarını da belirtmektedir. Fromm’a göre kapitalizm, insanı feodal bağlardan koparmakla kalmayıp, olumlu anlamda özgürlüğe, etkin, eleştirel düşünceye sahip ve sorumlu bir benliğin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Her ne kadar kapitalist ekonomik düzenin bireyci yapısı tartışılmaz bir gerçek olsa da, Fromm’a göre bu ekonomik bireyselliğin bireyin yalnızlığını arttırmadaki etkisi kuşkuyla karşılanabilir(Fromm, 2003:100–101).Fromm, kapitalist toplum içerisinde yalnızca ekonomik ilişkilerin değil, insanlar arasındaki kişisel ilişkilerinde yabancılaşmış olduğunu söyler. Fakat Fromm’a göre bu tüketim ve yabancılaşma ruhunun belki de en önemli ve en yıkıcı örneği, bireyin kendi benliği ile olan ilişkisinde görülmektedir. Fromm(1996:105–106), bu ilişkiyi şu şekilde açıklamaktadır:“Đnsan yalnızca meta satmaz, kendisini de satar ve kendisini de bir meta olarak görür. Eliyle koluyla çalışan işçi, fiziksel enerjisini satar; işadamı, doktor, memur “kişiliklerini” satarlar. Ürünlerini ya da hizmetlerini satabilmek için kişilik sahibi olmaları gerekir. Bu kişiliğin hoşa gitmesi gerekir, ama ayrıca onun sahibinin daha başka nitelikleri de olmalıdır. Tıpkı diğer metalarda olduğu gibi, bu insansal niteliklerin değerini biçen, hatta ve hatta varolup olmadıklarını saptayan pazarın kendisidir. Bir kişinin sunduğu nitelikler işe yaramıyorsa, bunların kullanım değeri yoksa o insanın hiçbir niteliği yok demektir. Dolayısıyla özgüven, “benliğini hissetme” başkalarının o kişi hakkında biçtiği değerin göstergesinden başka bir şey değildir. Pazardaki başarısı ne olursa olsun, başkaları tarafından sevilsin ya da sevilmesin, kendi değerini biçen, kişinin kendisi değildir. Aranıyorsa bir kimsedir, başka- ları ondan hoşlanmıyorsa hiç kimse değildir. Kişinin kendine değer ver- mesinin, “kişilik”in başarısına bağlı olması, çağımız insanı için popüler olmanın neden büyük bir önem taşıdığını açıklamaktadır. Yalnızca kişinin günlük yaşantısındaki başarısı değil, kendine olan saygısı, güvenini koruyup koruyamayacağı ya da aşağılık duygusunu uçuruma yuvarlayıp yuvarlayamayacağı, popüler olup olmadığına bağlıdır.”Fromm, kapitalizmin bireye getirmiş olduğu yeni özgürlüğün, bireyi daha yalnız, daha soyutlanmış hale getirdiğini söylemektedir.

Böylece birey kendi dışındaki ezici güçlerin elinde bir araç haline gelmektedir. Fromm’a göre kapitalizmle birlikte insan bir “birey”e dönüşmekte fakat ortaya çıkan bu birey şaşkın ve güvenlik duygusundan yoksun durumdadır
Melvin Seeman’a göre Yabancılaşma

Seeman(1967:273) modern toplum ya da endüstriyel düzen içerisinde işe yabancılaşmanın tipik bir olgu olduğunu söylemektedir. Ayrıca Seeman’a göre modern toplum içerisinde yabancılaşmış çalışanların sayısının çok fazla olması, yabancılaşma olgusunun yalnızca bireysel anlamda incelenemeyeceğini ortaya koymaktadır. Seeman yabancılaşmanın, politik düşmanlık, ırk ayrımı, zamanı boşa harcama, toplumsal hareketlilik gibi birçok toplumsal sonucu da olabileceğini belirtmektedir.Seeman(1959:784–790; 1975:94–113)’a göre yabancılaşmanın beş ayrı boyutu bulunmaktadır. Bunlar;Güçsüzlük: Kişinin sahip olduğu beklentiler ve inandığı olasılıkların kişinin kendisi tarafından belirlenememesi ve sonucunu değiştirebilmek için elinden hiçbir şey gelmediğini düşünmesi;Anlamsızlık: kişinin hayal ettiği geleceğine ulaşabileceği ile ilgili olarak umutsuz olması, düşüncelerini gerçekleştiremeyeceğine inanması;Kuralsızlık: kişinin hedef ve amaçlarına yalnızca toplumsal olarak kabul görmeyen davranışlar sonucu ulaşabileceğine inanması;Topluma Yabancılaşma: toplum tarafından yüksek değer verilen amaçlar ve inançların birey için bir anlam ifade etmemesi;Kendine Yabancılaşma: kişinin belirli bir davranışının, geleceğe yönelik beklentileri ile uyuşmaması, beklentilerinin dışına çıkarak farklı davranmasıdır.Seeman (1983:172)’a göre yabancılaşma konusunda ortaya çıkan en büyük sorun, kavramın tek ve tam bir tanımının bulun- mamasıdır. Bu nedenle de Seeman, oluşturduğu bu ayrımın test edile- bilir varsayımlar ortaya koymaya yardımcı olacağını ileri sürmektedir.

Esin (1982:108)’e göre Seeman’ın amacı, toplum içinde hareket eden bireyin kişisel açıdan yabancılaşmasını incelemektir. Seeman’ın çalışmalarından çıkarabileceğimiz sonuç, ileri kapitalist toplumlarda varolan yapı ve ilişkiler çerçevesinde birey-toplum etkileşiminin, özellikle bireylerin kendilerini ve toplumu algılamaları alanında önemli sorunlar yaratmasıdır(Tolan, 1996:304).
Hegel’e göre yabancılaşma, insanın fiziki ve ruhi varlığı arasındaki ayrım sonucu ortaya çıkmaktadır. Hegel’in yabancılaşma kavramında insan, çevresine yabancılaşmakta, kendisini düşünen ve hisseden bir varlık olarak görmemektedir. İnsanın doğaya ve kendi ruhuna yabancılaşmasının sebebi ürettiği mal ve eşyalardır. İnsan, varlığını ancak ürettiği mal ve eşya aracılığıyla kanıtlayabildiğine inanmakta, böylece de insan yaşamı, mutsuz bilincin ve korkuların bir ürünü haline gelmektedir (Salerno, 2003:53).
İnsan zihninin, insanin içgüdülerine kıyasla daha zayıf olduğu konusunda gonlumüzce diretebilir ve bunda haklı da olabiliriz. Fakat yine de bu zayıflıkta eşsiz bir şey vardır. Zihnin sesi yumuşak bir sestir, ama işitilinceye kadar durmak bilmez. Sonsuzca yinelenen ters yanıtlardan sonra nihayet başarıya ulaşır. İnsanın, insan türünün gelecegi konusunda iyimser olabilecegi birkaç noktadan biridir bu , ama hiç de az şey demek değildir . Ve insan 
onu õteki umutlar için hala başlangıç noktası haline getirebilir. Zihnin õnceliği tabi ki uzakta çok uzakta gizlidir ama herhalde sonsuz bir uzaklıkta değil.  


Freud
“Sanatın gerecini herkes görebilir, içerik ise ancak kendisiyle ortak bir yanı olanlarca anlaşılabilir.


Goethe
“Biçim olmadı mı, sanat da yoktur; ama, modalaşmış biçim korkunç bir hayvandır.”


Ressam Moor
“biz romantik olduktan sonra dağlar güzelleşti” 


E. Delacroix
"Zamanın yansıdığı yer tarihçilerin kendi tinidir"
Çelişik gerçek , zamanın tininin keşfedilmesinin , hem şu an için teknik bir -neredeyse- olanaksızlık, hem de entellektüel tarihçinin erişebileceği en büyük kazanım anlamına gelmesidir. 


Goethe
Dekadan, (décadent) 'düşkünleşmiş' anlamına gelen Fransızca bir kelime.

19. yüzyıl sonlarında Fransa 'da natüralistlere karşı ortaya çıkan sembolizm akımına öncülük eden sanatçılara, edebiyatı soysuzlaştırdıkları ima edilerek verilen isim. Akım o zamana kadar gelen edebiyat geleneklerini yıkma yoluna giderek , toplumsal ve sanatsal düzenin dışına çıkmayı planlamıştır. İmgeye karşı aşırı neredeyse hastalık derecesindeki duyarlılığa sahip dekadanlar, daha önce görülmemiş imgeler oluşturarak bu imgeleri karşılayacak sözcükler bulmuşlardır.


Türk edebiyatında dekadan ifadesi Ahmet Mithat Efendi tarafından Servet-i Fünun sanatçıları için kullanılmıştır.
Aristotales de güzelliği Yunanların her gün kullandıkları anlamda kullanır, estetiğin konusu olarak görmez. Ona göre güzel, herşeyden önce canlı ve doğal olmalıdır. Doğa biçimleriyle sanat biçimleri arasında karşılaştırmaya girmez. Hocası Platon gibi güzeli matematiksel temellerde değerlendirir. Bununla beraber Aristotales‘ in farklı bir düşüncesi olarak; büyük ve çok küçük olanın güzel olarak nitelendirilemeyeceğidir. Grek felfesine de uyan bu düşünce, kavranamayanın güzelliğini yitirdiğinden bahseder. Bunun için daha sonra ‘yüce’ kavramı ortaya çıkmıştır
Modern estetiğin kurucusu kabul edilen Kant güzel kavramını hoş, iyi, doğru kavramlarından ayırarak yüce, yararlı ve çirkin’den bahseder. Kant ‘ Bir şeye iyi demek için, her zaman o şeyin ne olduğunu bilmemiz, yani o şey hakkında bir kavrama sahip olmamız gerekir. Ama, bir şeye güzel demek için böyle bir gerekseme yoktur. Çiçekler, gelişigüzel çizilmiş çizgiler…bize hiçbir şey ifade etmezler, hiçbir belli kavrama bağlı değildirler, ama yine de hoşa giderler'der.Böylece güzel kavramını salt estetik bir değer olarak belirler.
Kant‘ ın yüce temellendirmesi estetik bilimi açısından önem teşkil eder. Kant sonrası felsefede filozoflar, ‘yüce’ kavramını, Kant‘ ın ‘yüce’ temellendirmesine koşut ya da karşıt olarak incelemişlerdir. Kant’a göre güzel, sınırlı(Aristotales‘in ifadesiyle belirli bir büyüklük) ve belirli bir nesne iken, sınırsız ve insan algılarını zorlayıcı nitelikler taşıyan nesneler yüce’dir. Örneğin: Mona Lisa tablosu bir çevçeve içinde yer almasından, ebatlarından, kavranılabilirliği açısından güzel, La Sagrada Famillia Katedrali büyüklüğü, insan algısını zorlayıcılığı bakımından yücedir.
Kant doğa güzeli ile sanat yapıtının güzelliğini birbirinden ayırır. ‘ Bir doğa güzelliği güzel bir şeydir, sanat güzelliği ise bir şey hakkında güzel bir tasavvurdur.‘ der.
Hegel‘e göre ‘Sanat güzelliği tinden doğan bir güzelliktir, tin ve tin ürünleri doğadan ve doğanın görünüşlerinden üstündür.’Yani ‘Hegel‘ e göre güzellik bir ‘ide’ seviyesine yükselir. İde, hem doğru hem güzeldir. Güzellik idesi kendini sanat eserlerinde gösterir.
Historismus (tarihselcilik);

tarihselcilik (nedir ne demek)
19. yüzyılın ortalarında, özellikle Almanya'da tarih bilimlerinin bağımsız gelişme sürecinde ortaya çıkan düşünce akımı. Olayların açıklanmasında tarihe öncelik veren eğilim; tarihsel düşünme eğilimi. Bu bağlamda: 1- Bütün olayları, başarıları ve değerleri, içinde doğdukları tarihsel durumlardan ve tarihsel koşullardan kalkarak anlamaya çalışan, giderek bu olayların nesnel içeriklerinin ve bugünkü anlamlarının açıklanmasını da ancak bu geçmişe bakış içinde elde edeceğine inanan düşünce biçimi. 2- İnsan varoluşunun özünü onun tarihselliğinde gören, tarihselliği insan yaşamının canlı temeli diye anlayan, böylece de dünyayı tarih olarak kavrayan felsefî düşünme doğrultusu. // Özellikle Dilthey, York v. Wartenburg ve varoluşçu felsefede karşımıza çıkar; -> tarihsel okul'da doruğuna erişir. 3-Tarihi yalnızca kendisi için inceleme; tarih eğitimine aşırı önem vererek gelişigüzel geçmiş değerleri yeniden canlandırma uğruna bugünü feda etme. Tarih kültürü ve bilginliğinin, yaşama ve eylemeyi felce uğratacak biçimde aşırılığı. 4- Tarihin ilkece olduğundan değerli görülmesi; tarih gerçeklerinin değişmez yetkeler olarak saltıklaştırılması.

 Historisme
Wittgenstein şöyle diyor: “Tam bir kavrama arzusuyla ‘sürtünmenin olmadığı ve bu nedenle belirli bir anlamda koşulların ideal olduğu kaygan buzun üzerine çıktık, ama aynı zamanda tam da bu nedenle yürüyemiyoruz: bu yüzden sürtünmeye ihtiyacımız var. Pürüzlü zemine geri dönmemiz gerekiyor.’”Gerçek dünyada sürtünmesizliği veri alanlar, böyle bir buz ortamındaymış gibi davranıyor ve sürekli kayıp düşüyorlar. Üstelik sürtünmenin olduğu bir ortamda buzlu yüzeydeymiş gibi davrandıkları için durum traji-komik oluyor. Buzdan olmayan bir yüzeyde buzdaymış gibi yürüyenler...
Max Weber gerçekliğin, akıldışının egemenliğinde olduğu halde , ancak akılcı şekilde ele alınarak kavranılabilir kılınabileceğini ima etmiştir.

26 Nisan 2014 Cumartesi