Goethe'nin Spinoza'ya (1632-1677) büyük hayranlığı vardı; onun gibi, insanla ilintili her nesne'nin Doğa'nın bir parçası olduğuna inanırdı.
Goethe dedi: " .....Bilinç ve Bilinçötesi insan zihninde birbirlerinden ayrılamaz iki nesnedirler. Yaratıcı düşüncenin başarısında , birlikte çalışmaları elzemdir" .
Büyük şairin bu konudaki bir kıt'ası:
İnsan , uzun süre bilinçli bir hayata tahammül edemez.
(İnsanın) kökeni bilinçötesi denen labirent'te olması nedeniyle ,
kendini oraya fırlatmalıdır) .
15 Şubat 2013 Cuma
Marxist bakış açısına göre , kültür kavramının ideolojik kullanımının en net görüldüğü örneklerden biri Luis Althusser'in Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA) kavramsallaştırmasıdır. Buna göre devletin kapitalizmin yeniden üretimini sağlamada iki tür sistemi vardır: İlki , Devletin Baskı Aygıtları ; hükümet, ordu , polis , hapishane. İkincisi Devletin İdeolojik Aygıtları ; Eğitim, din, siyaset, sendika , basın-yayın. Bunlar ideolojik yeniden üretimi devletin işleyişine bağlayan kültürel aygıtlardır
Kültür kavramına bütünleştirici bir araç gözüyle bakmak, dünya siyasi tarihinde ulus-devletlerin kurulma süreçleriyle başlar. Ulus-devlet terimiyle birlikte bir ulusal kültürden söz edilmekte ve ve kültürel bütünleşmeyle ortak değerlerin yaratılıp paylaşılarak korunması hedeflenmektedir. Bu durumun tehlikeli yanıysa devlet sınırları içinde bulunan farklı kültürlerin , asimilasyon yoluyla özgünlüklerini kaybetmeleridir.
Kültürün bütünleştirici değil çatışmacı ögelerin en net hali Marsist yaklaşımdadır. Buna göre kültürün, yönetici sınıfın görüşlerini yansıtan , onu meşrulaştırıp onun çıkarlarına hizmet eden bir işlevi bulunmaktadır. Hegomonya ve ideoloji kavramları çerçevesinde ele alınan kültür kavramı , toplumsal eşitsizlikleri , sınıf çatışmalarını ve baskın sınıfın meşruluğunu yeniden üreten bir unsur olarak ele alınmıştır.
Hegemonya ; bir toplumda hakim sınıf ya da yönetici sınıfın iktidarını doğal ve meşru göstermesi , kendi sınıfsal çıkarların evrensel çıkarlar olarak ifade etmesi durumu . Antonio Gramsci tarafından formüle edilen hegomonya kavramı /kuramı kapitalist bir toplumda , yönetici sınıfın ideolojisini kitlelere çoğu zaman güce başvurmaksızın onların rızasını kazanarak empoze edişini açıklar.
Hegemonya ; bir toplumda hakim sınıf ya da yönetici sınıfın iktidarını doğal ve meşru göstermesi , kendi sınıfsal çıkarların evrensel çıkarlar olarak ifade etmesi durumu . Antonio Gramsci tarafından formüle edilen hegomonya kavramı /kuramı kapitalist bir toplumda , yönetici sınıfın ideolojisini kitlelere çoğu zaman güce başvurmaksızın onların rızasını kazanarak empoze edişini açıklar.
Gerçekten bir şey olduğunuzu mu düşünüyorsunuz? O halde, siz bir aptalsınız.
Özne, toplumsal iletişim ile göstergeler ağına girdiğinde, dil tarafından çağırılma yoluyla örtülü bir “bene” dönüştürülür. Bu nedenle, gerçeği bilmeyen ve “ben”in gerçek “benlik” olduğunu zanneden kişi aptaldır. İnsan “Hiç”tir.
Hakeza kendisinin kral olduğuna inanan bir deli, kendisinin kral olduğuna inanan, yani kral olma yetkisi ile özdeşleşen bir kraldan daha az deli değildir.
Özne, toplumsal iletişim ile göstergeler ağına girdiğinde, dil tarafından çağırılma yoluyla örtülü bir “bene” dönüştürülür. Bu nedenle, gerçeği bilmeyen ve “ben”in gerçek “benlik” olduğunu zanneden kişi aptaldır. İnsan “Hiç”tir.
Hakeza kendisinin kral olduğuna inanan bir deli, kendisinin kral olduğuna inanan, yani kral olma yetkisi ile özdeşleşen bir kraldan daha az deli değildir.
bilinç
Algı ve bilgilerin açık seçik izlendiği duygu, düşünce, tutum, heyecan ve davranışa ilişkin haberdarlığın bulunduğu süreçtir. Bu görüşe göre bilinç o anda yaşananları kapsar. Tüm dikkatini dersine vermiş öğrenci o anda ödevinin bilincindedir. Dersini bitirdiği an karnı açsa açlığı, uykusu gelmişse uykusuzluğu bilinçlenir. Düşünceler insanın aklından arka arkaya bir sel gibi akıp giderler. Bir anda ancak bir düşünce veya algı bilinçlidir. Oysa bilinçaltı derin bir depo gibidir.
bilinçaltı
Gerçekliğe ilişkin sorunları çözmeye çalışmak gibi gelişmiş düşünce biçimlerinin yanı sıra düş kurma gibi ilkel süreçleri de içerir. Bilince yakın olan, hemen bilinçli olacak bilgiler, anılar ve düşüncelerden oluşur. Sürekli olarak bilinçle bağlantılıdır. Örneğin siz şu anda çevrenizde olan her şeyin bilincinde değilsiniz. Ne var ki bunların sözü edilir edilmez bu uyarıların bir resmi, daha doğrusu anısı bilincinizde . Bilinçaltı, bilinçlenme olanağı olan anıların deposudur. Bilinçdışı zorlansa bile bilinçlenmesi yasaklanmış yaşantıların tümünü kapsar.
Bilinçdışı: Bilinçdışı, bilinçli algılamanın dışında kalan tüm zihinsel olayları, dolayısıyla bilinçaltını içerir. Bunlar istendiği anda bilinç alanına çıkarılamaz. Konuşma, tutum ve davranıştaki çeşitli anlatım yolları ve simgelerle günlük davranışa yansırlar.
Ruhsal dünyanın en üst bölümü olan içten ve dıştan gelen uyarıları alan ve insanı fazla uyarıdan koruyan bilinç, bunun altında ise, bilinçaltı ve bilinçdışı yatar. Freud, insanın ruhsal dünyasını tanıdıkça, bilinçdışına yüklediği birçok özelliğin id'e ait olduğunu gördü ve bu üç bölüm arasındaki yapı ayrılıklarından söz etmemeye başladı. Bilinç, bilinçaltı ve bilinçdışını enerji dağılımıyla tanımladı.
Ruhsal dünyanın en üst bölümü olan içten ve dıştan gelen uyarıları alan ve insanı fazla uyarıdan koruyan bilinç, bunun altında ise, bilinçaltı ve bilinçdışı yatar. Freud, insanın ruhsal dünyasını tanıdıkça, bilinçdışına yüklediği birçok özelliğin id'e ait olduğunu gördü ve bu üç bölüm arasındaki yapı ayrılıklarından söz etmemeye başladı. Bilinç, bilinçaltı ve bilinçdışını enerji dağılımıyla tanımladı.
Freud ilkel bir ruhsal mekanizmadan bahseder ve şöyle der: İnsanın özünde acıdan kaçış, zevkli olanı, haz vereni arayış vardır. En ufak bir huzursuzluk ufak da olsa insan için bir acı kaynağıdır. Bu acıyı çekmek, ona dayanmak insanın doğasına aykırıdır. Onun için acıya bir an önce son vermek, huzur bulmak ister. Haz ilkesi ruhsal mekanizmanın enerji dağılımındaki dengeyi sağlamak ve bozulan dengeyi yeniden kurmak, acı ilkesi ise herhangi bir uyarıyla bozulan dengenin doğurduğu acıdan kaçmaktır. Gerçekten de belli bir anda insan kızabilir ve öfke, onun huzurunu, iç dengesini bozar. Kızmazsa, öfkesini boşaltmazsa içinde duyduğu gerginlik bitecek, o eski huzurlu haline kavuşacak, tekrardan zevkli dengesini kazanacaktır . İşte bu ilkel mekanizmada bulunan, anında doyumu sağlayan sürece Freud "temel süreç" der... Gelecekte haz alabilmek veya acıdan kaçmak için insanın o andaki hazdan cayabilmesi ise gerçeklilik ilkesidir... Freud'a göre ruhsal enerjinin kaynağı cinsel ve saldırganlık içgüdüleridir.
Yunanlılar bilgiyi bizim gibi anlamazlar. Bilgi bizim için bir güçtür , yarardır.
Yunan'da bilginin iki temel yönü var:
Birincisi keyif yönü . Bilmek için bilmek. Bu önemli bir şeydir. Başlangıçta temel bilgi anlayışı budur.
İkincisi ise Yunan'da bilgi pratik hayatı mutlu kılmalıdır. Yani sizi mutlu kılmalı. Bu anlamda buna yaşama bilgeliği diyoruz. Bu da hayatı bütün olumsuzluklarına rağmen sırtlayıp götürmektir.
Demokritos da bilgece, ölçülü ve dengeli olmak gerektiğini söyler. Bu da azla yetinmek ölümden korkmamaktır. Kendini her türlü zorluğa alıştıracak sın, diyor. Bu sebeple sizin hayatınızı anlamlandırmanız gerekir.
Yunan'da bilginin iki temel yönü var:
Birincisi keyif yönü . Bilmek için bilmek. Bu önemli bir şeydir. Başlangıçta temel bilgi anlayışı budur.
İkincisi ise Yunan'da bilgi pratik hayatı mutlu kılmalıdır. Yani sizi mutlu kılmalı. Bu anlamda buna yaşama bilgeliği diyoruz. Bu da hayatı bütün olumsuzluklarına rağmen sırtlayıp götürmektir.
Demokritos da bilgece, ölçülü ve dengeli olmak gerektiğini söyler. Bu da azla yetinmek ölümden korkmamaktır. Kendini her türlü zorluğa alıştıracak sın, diyor. Bu sebeple sizin hayatınızı anlamlandırmanız gerekir.
Her kültürün , toplumun kendine özgü bir dünya görüşü vardır. Bunun da anlamı , o toplumun doğayı , toplumu, insanı, dini ve tanrısal konuları , öte dünyayı, hayatı anlamlandırmasıdır. Toplumu meydana getiren insanların bu konulara ilişkin birtakım fikirlerinin olması gerekir. İnsanlık tarihi açısından bakınca karşımıza çıkan ilk bütüncül düşünme biçimi , mitolojik düşünmedir. Mitolojik düşünme ilk bakışta çocuksu ve saçma gibi görünür . Ama gerçekten hayatı kendi yaşama koşulları içinde anlamlandıran bir düşüncedir. Mitolojik düşüncede neden bulma (etiyolojik açıklama ) denen bir tutum vardır. Mitolojiler, insan düşüncelerinin hayata ilişkin ince kıvrımlarını yakalarlar. Mitolojik düşünme insan, tanrılar , hayat , doğa vb konularda soralar sorar ve cevaplar üretir.
bilgi anımsamadır
Platon'da bilgi anlayışı ruhta saklı bilgilerin açığa çıkarılmasıdır.
Platon , insan ruhunda saklı bulunan idea bilgisinin açığa çıkarılması için , kişiden kişiye değişmeyen ve her zaman kendi yolunda en doğru olana varan bir yöndem önerir. Bu yöntem , felsefenin yöntemi olan diyalektiktir ve nihai amacı , ideaların düzenini kavramaktır. Platon, düşünmeyi insan olmanın temel şartı olarak görmüş, herhangi bir ruhun yeryüzünde insan olarak yaşayabilmesinin düşünebilmesine , yani duyumlarının çokluğunun bilgisini idea denilen tekliğe indirebilmesine bağlı olduğunu savunmuştur.
Diyalektik yöntem , başlıca iki faaliyete dayanır ; "Dağınık kavramaları genel bir tanım doğrultusunda toplamak " ve "düşünceyi tabii eklem yerlerinden ögelerine ayırmak " Platon bu iki faaliyetten ilkini "toplama", ikincisini "ayırma" diye adlandırmıştır.
insan gerçekliğine anlam verme biçimi
insanlar yaşadıklarının , yaptıklarının, dünyada olup bitenlerin bireylerin bilinçli eylemleri , istek ve amaçları sonucunda meydana geldiğini düşünürler. Hoşlarına giden olayların arkasında birilerinin iyi niyetinin, hoşlanmadıkları olayların arkasında da kötü birilerinin kötü niyetinin yattığını düşünürler. Sosyologlar, dünyayı böyle kişiselleştirilmiş bir şekilde algılamazlar ve gözlemlerini bireysel failler ve eylemler yerine insanlar arasındaki bağımlılık ağlarına dayandırırlar. Sosyoloji , yaşamlarımızdaki olayların büyük ölçüde tarihsel ve toplumsal güçler ve ilişkiler tarafından belirlendiğini gösterir. Çoğumuz dünyayı kendi yaşadığımız şekliyle görürüz, sosyoloji ise bizim neden olduğumuz gibi olduğumuz ve neden davrandığımız gibi davrandığımız hakkında çok daha geniş bir bakış açısını benimsememiz gerektiğini ortaya koyar. Doğal, iyi , doğru ve kaçınılmaz olarak gördüklerimizin doğal, iyi , doğru ve kaçınılmaz olmayabileceğini gösterir.
başlamak yeniden
her şeyi tanrıya bırakmak da
bir tür yabancılaşmadır
ve bir erdemdir ölmek
ölümün ayağına gelerek
celladı bir adım da olsa
gerilettiğini bilerek
ve bir erdem olmalı yaşamak
sıkıp da dişini
her şeye rağmen
güne yeniden
yeniden başlamak
İBRAHİM KARACA
tragedyalar IV
.. Korkunçtur, bana kalırsa adımıza
Hazırlanmış bir oyun var bizim
Hepimizi yalnız bıraktıkları bir oyun
Ve bilirler, insanlar yalnız kaldıkça
Konuştukları dil de değişir
Sonunda hiç anlaşamazlar. Öyle ki
Bir zaman parçası içinde, bir durumun
Değişmez akışında, tekdüze
Kalırlar bir sıkıntı avcısı gibi
Ve bir gün anlarlar ki, bir güç değildir artık yalnızlık
Ve bunu anlayınca, işte o zaman Lusin
Aşıvermek isterler bu zamanla durumu
Koşarlar, koşarlar, tam sınıra gelince
Sanki o tel örgülere yapışmış gibi
Bir duman oluverirler ya da kaskatı
Bir kömür parçası, bir ceset..
Nedir bu durumda insanın anlamı?
Edip Cansever
Hazırlanmış bir oyun var bizim
Hepimizi yalnız bıraktıkları bir oyun
Ve bilirler, insanlar yalnız kaldıkça
Konuştukları dil de değişir
Sonunda hiç anlaşamazlar. Öyle ki
Bir zaman parçası içinde, bir durumun
Değişmez akışında, tekdüze
Kalırlar bir sıkıntı avcısı gibi
Ve bir gün anlarlar ki, bir güç değildir artık yalnızlık
Ve bunu anlayınca, işte o zaman Lusin
Aşıvermek isterler bu zamanla durumu
Koşarlar, koşarlar, tam sınıra gelince
Sanki o tel örgülere yapışmış gibi
Bir duman oluverirler ya da kaskatı
Bir kömür parçası, bir ceset..
Nedir bu durumda insanın anlamı?
Edip Cansever
aileye eleştirel yaklaşımlar
Ailede üretilen gerilim ve düşmanlık toplumda ifadesini bulur. Ailede fazlasıyla iç içe olan bireylerle toplum arasında engeller vardır. Bireyler çekirdek ailenin hapishanesinden kurtulduklarında , destek alıp verdiklerinde toplumun hastalıkları azalacaktır. (Haralambos , 1980 s.335)
Aile üyelerinden birisi şizofren olan aileleri çalışan Lain, şizofrenlerin davranışlarının aile ile olan ilişkileri çerçevesinde anlaşılabileceğini söyler. Şizofrenliğin aile içerisinde geliştirilen etkileşim ve anlamlarla ilişkili olduğunu düşünür. Aile içerisindeki etkileşimler taktikler içeren karmaşık bir oyun gibidir. Bireyler ittifaklar oluşturarak diğerlerine karşı oynarlar. Laing'e göre bu etkileşim durumları zararlı ve yıkıcıdır.
Laing'e göre aile ilişkisi bir bağdır. Bu bağ içerisindeki etkileşimden 'karşılıklı içselleştirme' gelişir. Aile içerisindeki bireyler sürekli birbirlerinin ne düşündüğü ne hissettiği ve ne yaptığı ile ilgilenirler. Bu bağ içerisinde karşılıklı ilgi ve dikkat için sabit ve sonsuz bir talep vardır. Sonuç olarak aynı ailede olmak aynı aileyi içinde hissetmek demektir .
Aileye ilişkin eleştiri ailenin bireyler üzerindeki etkisinin önemli göstergesidir.
Traş olurken yüzümü kestim..
hiçbir zaman olması gerektiği gibi değil , dedi , insanlar
müziğin sesi , sözcüklerin
yazılışı ,
hiçbir zaman olması gerektiği gibi değil , dedi , bütün
bize öğretilenler , peşinden koştuğumuz aşklar ,
öldüğümüz bütün ölümler , yaşadığımız
bütün hayatlar ,
hiçbir zaman olması gerektiği gibi değiller ,
yakın bile değiller..
birbiri arkasından yaşadığımız
bu hayatlar ,
tarih olarak yığılmış ,
türlerin israfı ,
ışığın ve yolun tıkanması ,
olması gerektiği gibi değil ,
hiç değil ,
dedi..
bilmiyor muyum ? diye
cevap verdim..
uzaklaştım aynadan..
sabahtı , öğlendi ,
akşamdı ,
hiçbir şey değişmiyordu
her şey yerli yerindeydi ,
bir şey patladı , bir şey kırıldı ,
bir şey kaldı..
merdivenden inip içine
daldım..
CHARLES BUKOWSKI..
hiçbir zaman olması gerektiği gibi değil , dedi , insanlar
müziğin sesi , sözcüklerin
yazılışı ,
hiçbir zaman olması gerektiği gibi değil , dedi , bütün
bize öğretilenler , peşinden koştuğumuz aşklar ,
öldüğümüz bütün ölümler , yaşadığımız
bütün hayatlar ,
hiçbir zaman olması gerektiği gibi değiller ,
yakın bile değiller..
birbiri arkasından yaşadığımız
bu hayatlar ,
tarih olarak yığılmış ,
türlerin israfı ,
ışığın ve yolun tıkanması ,
olması gerektiği gibi değil ,
hiç değil ,
dedi..
bilmiyor muyum ? diye
cevap verdim..
uzaklaştım aynadan..
sabahtı , öğlendi ,
akşamdı ,
hiçbir şey değişmiyordu
her şey yerli yerindeydi ,
bir şey patladı , bir şey kırıldı ,
bir şey kaldı..
merdivenden inip içine
daldım..
CHARLES BUKOWSKI..
kitlelerin dehası
Ortalama insanda
Herhangi bir günde herhangi bir orduya
yetecek kadar ihanet,
nefret, şiddet
ve saçmalık vardır.
Ve cinayet konusunda en becerikliler
Cinayet karşıtı vaaz verenlerdir
Ve nefreti en iyi becerenler
Sevmeyi vaaz edenlerdir
Ve son olarak
Savaşı en iyi becerenler
Barış vaazı verenlerdir
Tanrıyı vaaz edenlerin
Tanrıya ihtiyacı var
Barış vaaz edenlerin
Huzuru yok
Sevgiye vaaz edenler sevgisizdir
Vaaz edenlerden sakının
Bilmişlerden sakının.
Durmadan kitap okuyanlardan sakının
Yoksulluktan nefret edenlerden
Ya da gurur duyanlardan sakının
Övgü göstermekte hızlı davrananlardan sakının
Karşılığında övgü beklerler
Sansürlemekte hızlı davrananlardan sakının
Bilmedikleri şeylerden korkarlar
Sürekli kalabalıkları arayanlardan sakının;
Tek başlarına bir hiçtirler
Ortalama erkekten
Ortalama kadından
Sakının
Sevgilerinden sakının
Sevgileri vasattır,
Vasatı aranır dururlar
Ama nefretleri dahiyanedir
Nefretleri seni beni
Herkesi öldürebilecek kadar dahiyanedir.
Yalnızlığı istemezler
Yalnızlığı anlamazlar
Kendilerinden farklı her şeyi
Yok etmeye çalışırlar
Sanat yaratamadıklarından
Sanatı anlayamazlar
Yaratma başarısızlıklarını
Dünyanın beceriksizliğine yorarlar
Kendileri tam sevemedikleri için
Senin sevginin eksik olduğuna inanır
Ve senden nefret ederler
Ve nefretleri
Parlak bir elmas
Bir bıçak
Bir dağ
Bir kaplan
Bir baldıran otu gibi
Mükemmeldir
En Usta Oldukları
Sanattır nefret!
Charles Bukowski
( 1920 – 1994 )
Sosyal Psikolojinin İki Temel İlkesi
Sosyal psikologlara çalışmalarında insan doğasına dair bazı temel varsayımlar eşlik ve rehberlik eder. Bunlardan ilki insanların dünyayı olduğu gibi değil, kendi oldukları gibi gördükleridir. İçinde yaşadığımız gerçekliği algılayışımızda dışarıdaki objektif dünya kadar kendi benliğinizin ve benliğimizi tanımlayan, bizi biz yapan her şeyin ; kişilik özelliklerimiz, zeka düzeyimiz, geçmiş deneyimlerimiz , korkularımız , hayallerimizin..) de rolü vardır.
Sosyal psikologların kendilerine düstür kabul ettikleri ikinci bir ilkeyse sosyal etikinin çok yaygın ve güçlü olduğudur. Başka bir deyişle , neredeyse her duygu, düşünce ve davranışımızda başka insanların izi vardır.
Pythagoras'la (pisagor) beraber felsefeye ilk defa bilen özne getirilmiştir. Ruh bilgi edinebilen bir mekanizmadır. İlk defa özne nesne ayrımını yapıyor. Pythagoras'ın deyimiyle ; bir yanda mikrocosmos(nesne), bir yanda makrocosmos (özne) karşı karşıya geliyor.
Felsefe tarihinde ;
1-Bilginin olması için benzer benzeri algılar.
2-Bilginin olabilmesi için algılayan ile algılanan farklı şeyler olması gerikir.
Bu görüş özneyi ön plana çıkarır. Ptyhagorasçılarda özne birdenbire karşımıza çıkıyor. Miletoslular ise özneyi varlığın içinde eritmişlerdir. Miletoslular niye bilgilerinin doğru olup olmadığını sormadılar ? Çünkü özne yok. Bunlar bilgilerini eleştirmemişlerdir. Bu dogmatik bir görüştür. Ptyhagoras (pisagor) eleştiri yapmamıştır fakat yapılması için zemin hazırlamıştır.
Felsefe tarihinde ;
1-Bilginin olması için benzer benzeri algılar.
2-Bilginin olabilmesi için algılayan ile algılanan farklı şeyler olması gerikir.
Bu görüş özneyi ön plana çıkarır. Ptyhagorasçılarda özne birdenbire karşımıza çıkıyor. Miletoslular ise özneyi varlığın içinde eritmişlerdir. Miletoslular niye bilgilerinin doğru olup olmadığını sormadılar ? Çünkü özne yok. Bunlar bilgilerini eleştirmemişlerdir. Bu dogmatik bir görüştür. Ptyhagoras (pisagor) eleştiri yapmamıştır fakat yapılması için zemin hazırlamıştır.
KÜÇÜK BURJUVA
Fazla düşünüp ne olacak?
Ne diye başımızı belaya sokalım?
Oturalım oturduğumuz yerde.
...İşte mis gibi çorba.
Ne diye başımızı belaya sokalım?
Şarap hazırsa,
içelim;
Tırnaklarımız uzamışsa,
keselim.
Fazla düşünüp ne olacak?
Ne diye başımızı belaya sokalım?
Dritero AGOLLI
Heraklietos'un gözünde doğa bir kitaptır ve uygun şekilde kaleme alınmış sözlerle okunur. Doğa, insanlarla konuşmaktır ama ona kulak vermek gerekir. İnsanların çoğu duymasını ve görmesini bilmedikleri için bu büyük kitaptan yararlanmayı da başaramamaktadırlar.Herakleito s " ruhları barbar olanlar doğanın dilini anlamazlar " diyerek doğaya ilişkin hakikatlerin bilgisinin aynı zamanda bir yönüyle dilsel olduğunu ifade etmektedir. Burada geçen barbar ifadesi herhangi bir dili bilmeyen insanlar anlamında kullanılır. Bir başka yerde ise şöyle denir; " ruhları barbar olan insanlar için gözler ve kulaklar kötü tanıktır ." Bu yüzden doğanın bilgisine hazırlanmak için insanın doğanın diline ruhunu hazırlaması gerekir. Bütün bunlardan yolara çıkılarak düşünüldüğünde tek başına deneyin , görmenin ve işitmenin insanı bilge yapmayacağı anlaşılmaktadır. Önemli olan görme ve işitme sonucu elde edilen verileri değerlendirecek bir kavrayışa sahip olmaktır. Herakleitos'a göre asıl sorun görmek değil, görmesini bilmektir ve insanların büyük çoğunluğu görme ve işitme duyularından yararlanmasını bilmememektedir.
APEİRON
Anaksimandros görünen dünyanın ve ondaki değişmenin açıklanmasına yönelik olarak varlığın aslının esasısının ne olduğu ve bu kaynaktan bütün varolanların nasıl meydana geldiğini APEİRON kavaramını temele alarak açıklamağı denemiştir. Ona göre bütün varolanlar Apeiron'dan meydana gelmişler ve yine zorunlu olarak Apeiron'a geri döneceklerdir. Apeiron yaşlanmayacak olan ve doğmamış olan bir şey olarak tasavvur edilmesiyle asıl gerçeklik olarak varolanlar ise geçici olmalarıyla 'bir süreliğine ' varolmuş olanlar olarak yani görünüş olarak düşünülmüşlerdir. Temel madde olarak "sınırsız" olan , kökensiz, yok edilemezdir ve onun hareketi de sonsuzdur. Bu hareketin sonucuysa varolanların 'ayrışması 've ortaya çıkmasıdır.
Apeiron kavramı bir yönüyle 'sınırsız' diğer yönüyle 'belirsiz' kavramlarıyla açıklanabilir. Apeiron'un sınırsız olması , içerisinde yaşadığımız dünyadaki bütün tek tek varolanların kendisinden meydana gelmiş olduğu ve halen varolanların kendisine geri döneceği düşünüldüğünde bütün varolanların ve gelecekte varolacak olanları da içinde barındırabiliyor olması anlamındadır. Bu konuyla apeiron adeta varoluşa gelecek olanların ve varoluştan kalkacak olanların kendisinde saklandığı ve saklanacağı bir 'depo' işlevindedir. Apeironun belirsiz olmasıysa belirli niteliklere sahip olan tek tek varolanların aksine , bir niteliği ya da belirlenimi bulundurmaması, belirlenim dışı olmasıdır. Anaksimandros'a göre toprak, hava, su ve ateşin hepsi birlikte yahut herhangi birisi 'apeiron' olmadığı gibi bunların sahip olduğu sınırlı nitelikler de apeironda bulunmaz .
Yine bu temel düşünceden hareketle bütün evrene hakim olan , söz konusu varolma ve kaynağa geri dönmenin nedeni olarak ise ahlaki bir ilke öne sürülmektedir. Bu ilkeye göre her şeyi , içiresinde biçim almamış, somut olarak varolmayan tarzında barındıran apeiron, varolma, yani somut varolanlar olmak isteyenlere engel olmamakta fakat varolmanın bedeli olarak da yok olmayı yani apeirona geri dönmeyi şart koşmaktadır. Nietzsche'nin yorumuyla ' Her varolan mutlaka yok olmayı tadacaktır.
Orphik-Dionysosçu evren düzeni anlayışı
Toplumda dışlanan kesimde yaygınlık kazanmıştır.
Doğu kültüründen Yunan dünyasına girmiştir.
Yunan dünyasına ruhun ölümsüzlüğünü sokmuştur.
Öte dünyacı değil bu dünyacıdır.
Yunan Tregedyalarının genel özellikleri
İlk ortaya çıktığı dönemde Yunan dünyasının yerleişik inanışlarının yerleşik inançlarına yönelik bir eleştiri olmuştur.
Tragedya sanatı kaderi eleştirmiştir.
İnsan ruhunun ölümsüzğünü savunmuştur.
Tregedyanın özünde insanın sosyal ve bireysel yaşamına dair çelişkiler vardır.
Herakleitos bir fragmanında 'Delfi'deki (Yunan dünyasında büyük bir kehanet merkezi ) tanrıça ne konuşur ne de saklar ,o sadece işaret eder ' demiş , kendisi de bu esasa göre yazmıştır. okuruna doğrudan bir şey anlatmak yerine ona sadece göstermeyi yeğlediği , böylece belli bir dürtüyle onun düşüncesini harekete geçirmeyi amaçladığı anlaşılmaktadır
gece gibi olacağım
biz sanıyorduk ki,
bir yaradılış varsa aşkadır
ne hata.
sonsuzluğaymış meğer
sonsuzluğun koyu yapışkanlığına
herkes sussun
boşluktaki dilsiz yıldızların körlüğü gibi
dursun her şey yatağımda.
ben neye ağlayacağımı bilirim
hangi tenin beni öldürmeye yeteceğini.
bu son
artık uykusundayım herkesin
yaradılışı değilse de
yokoluşu gördüm.
bejan matur/
bir yaradılış varsa aşkadır
ne hata.
sonsuzluğaymış meğer
sonsuzluğun koyu yapışkanlığına
herkes sussun
boşluktaki dilsiz yıldızların körlüğü gibi
dursun her şey yatağımda.
ben neye ağlayacağımı bilirim
hangi tenin beni öldürmeye yeteceğini.
bu son
artık uykusundayım herkesin
yaradılışı değilse de
yokoluşu gördüm.
bejan matur/
FİRAVUN
Mısır , diğer Ön Asya krallıkları gibi mutlak bir krallıktı. Firavun sözcüğü büyük ev anlamındadır. Bu sözcüğün kral anlamında kullanılması Yeni Krallık Döneminden itibaren kabul görmüştür. Firavun, tanrıların yanında gösterilir ancak tanrı değildir. Tanrının yeryüzündeki temsilcisidir. Horus'u temsil eder, Güneş Tanrısı 'Ra' nın oğludur. Orta Krallık zamanında firavunlar tanrı olarak görülmez , aksine firavunluğun tanrılar tarafından onaylanması gerekirdi. Yeni Krallık zamanında yaşayan firavunlar ise tanrısallaştırılmışlardır. Firavun , tanrının temsilcisi olarak toprakların, malların ve insanların sahibidir. Firavunun inanların hizmetinde besleyici olma, hak hukuk sağlama ve savaşçılık gibi işlevleri olması gerekiyordu. Hükümdar , uyruklarını beslemekle ve ihtiyaçlarına göre donatmak , adaleti sağlamak ve yasaları yapmakla görevlidir. Aynı zamanda ordunun başkomutanıdır. Tanrıların tapınaklarını inşa etmek , genişletmek , aynı zamanda da kültlerine nezaret etmek zorundadır. Firavunun tanrılardan aldığı meşruiyeti genellikle babadan oğula ya da kardeşten kardeşe geçer . Erkek varis olmaması durumunda kraliyet ailesinden bir kızla evlenen erkek krallığa sahip olabilirdi.
buralara kadar gelinmişse
gece kendini uyur
kendine küser eşya
kendi cinayetine kurbandır metal
söz kendini söylemiş, yorulmuşsa
yağmur kendi içine yağar
asfalt bir çılgınlığa yürür kendini,
buraya kadar gelinmişse
uyku bile kendini uyur.
yok yerlere gelindi
boş yerlere gelindi
kemanlar kendi sesinden içlendi
ben senin sessizliğinden
eşya boşuna küstü kendine
gece boşuna delindi,
yaşamımın güç yanlarından biri olma
lütfen, şimdi bu kavgayı unutmak da
hatırlamak da çılgınlık olur
gel biz seninle kahraman olalım
ne hatırlayalım bunu
ne unutalım.
Birhan Keskin
gece kendini uyur
kendine küser eşya
kendi cinayetine kurbandır metal
söz kendini söylemiş, yorulmuşsa
yağmur kendi içine yağar
asfalt bir çılgınlığa yürür kendini,
buraya kadar gelinmişse
uyku bile kendini uyur.
yok yerlere gelindi
boş yerlere gelindi
kemanlar kendi sesinden içlendi
ben senin sessizliğinden
eşya boşuna küstü kendine
gece boşuna delindi,
yaşamımın güç yanlarından biri olma
lütfen, şimdi bu kavgayı unutmak da
hatırlamak da çılgınlık olur
gel biz seninle kahraman olalım
ne hatırlayalım bunu
ne unutalım.
Birhan Keskin
Berman’ın (2006:28-29), modernizm hakkındaki eleştirel temelli şu sözleri, modernizmin toplumsal yaşam üzerindeki etkilerini kapsamlı bir şekilde ifade etmektedir:
“Modern hayatın girdabı birçok kaynaktan beslene gelmiştir: Fiziksel bilimlerde gerçekleşen, everene ve onun içindeki yerimize dair düşüncelerimizi değiştiren büyük keşifler; bilimsel bilgiyi teknolojiye dönüştüren, yeni insan ortamları yaratıp eskilerini yok eden, hayatın tüm temposunu hızlandıran, yeni tekelci iktidar ve sınıf mücadelesi biçimleri yaratan sanayileşme; milyonlarca insanı atalarından kalma doğal çevrelerinden koparıp dünyanın bir başka ucunda yeni hayatlara sürükleyen muazzam demografik altüst oluşlar; hızlı ve çoğu kez sarsıntılı kentleşme; dinamik bir gelişme içinde birbirinden çok farklı insanları ve toplumları birbirine bağlayan, kapsayan kitle iletişim sistemleri; yapı ve işleyiş açısından bürokratik diye tanımlanan, her an güçlerini daha da arttırmak için çabalayan ve gitgide güçlenen ulus-devletler; siyasal ve ekonomik egemenlere karşı direnen, kendi hayatları üzerinde biraz olsun denetim sağlayabilmek için didinen insanların kitlesel toplumsal hareketleri; son olarak, tüm bu insanları ve kurumları bir araya getiren ve yönlendiren, keskin dalgalanmalar içindeki kapitalist dünya pazarı. Yirminci yüzyılda, bu girdabı doğuran ve onu sürekli bir oluş halinde yaşatan süreçler ‘modernleşme’ diye adlandırılmıştır”.
“Modern hayatın girdabı birçok kaynaktan beslene gelmiştir: Fiziksel bilimlerde gerçekleşen, everene ve onun içindeki yerimize dair düşüncelerimizi değiştiren büyük keşifler; bilimsel bilgiyi teknolojiye dönüştüren, yeni insan ortamları yaratıp eskilerini yok eden, hayatın tüm temposunu hızlandıran, yeni tekelci iktidar ve sınıf mücadelesi biçimleri yaratan sanayileşme; milyonlarca insanı atalarından kalma doğal çevrelerinden koparıp dünyanın bir başka ucunda yeni hayatlara sürükleyen muazzam demografik altüst oluşlar; hızlı ve çoğu kez sarsıntılı kentleşme; dinamik bir gelişme içinde birbirinden çok farklı insanları ve toplumları birbirine bağlayan, kapsayan kitle iletişim sistemleri; yapı ve işleyiş açısından bürokratik diye tanımlanan, her an güçlerini daha da arttırmak için çabalayan ve gitgide güçlenen ulus-devletler; siyasal ve ekonomik egemenlere karşı direnen, kendi hayatları üzerinde biraz olsun denetim sağlayabilmek için didinen insanların kitlesel toplumsal hareketleri; son olarak, tüm bu insanları ve kurumları bir araya getiren ve yönlendiren, keskin dalgalanmalar içindeki kapitalist dünya pazarı. Yirminci yüzyılda, bu girdabı doğuran ve onu sürekli bir oluş halinde yaşatan süreçler ‘modernleşme’ diye adlandırılmıştır”.
Focault için , insan, yaşamın kendini gösterdiği ilk ve en keskin biçim değildir. Bilginin hizmetine ancak, kesin bir karara vardıran enstrümanları, dilin belli bir kullanımı ve ölümün kolay olmayan kavramsallaştırması olan, uzun bir mekansallaştırma hareketinin sonunda sunulmuştur”. Bu modernizmle gerçekleşmiştir. Đnsan varlığıyla, patolojisiyle ve ölümüyle ancak modernizm sonrasında bir birey olarak kendini bulabilmiştir. Foucault, tam anlamıyla modernizm sonrası ortaya çıkan ve insanı bireyselleştiren üç nesneleştirme kipinden söz eder. Bunlar: “... kendilerine bilim statüsü kazandırmaya çalışan araştırma kipleri, ...öznenin ‘bölücü pratikler’ diye adlandıracağım pratiklerde nesneleştirilmesi,... Son olarak, bir insanın kendini özneye dönüştürme biçimini” (Foucault, 2005a:58) içermektedir. Birey olgusunun oluşumunu daha iyi açıklayabilmek için, şimdi Foucault’nun bu nesneleştirme kipleri üzerinde durmak gerekmektedir.
Foucault'nun 'kendilerine bilim statüsü kazandırmaya çalışan araştırma kipleri’ diye adlandırdığı şey, modernizm sonrası, pozitivist ve rasyonalist anlayışla ortaya çıkan bilimlerdir. Bu anlamda örneğin, filoloji, konuşan bireyi; psikoloji, düşünen bireyi; biyoloji, yaşayan bireyi nesneleştirme işlevi görmüştür. Đnsanı merkeze alan bu bilimlerin amacı, “...insan bilgisi sayesinde insanın yabancılaşmalarından kurtulmasına, hakim olmadığı tüm belirlenimlerden kurtulmasına, kendisi hakkındasahip olduğu bu bilgi sayesinde yeniden ya da ilk kez kendisinin efendisi ve sahibi olmasına çabalamak. Başka bir deyişle insanın kendi özgürlüğünün ve kendi var oluşunun öznesi olması için insan bir bilgi nesnesi haline getiriliyordu” (Foucault, Böylelikle birey, bu bilimlerin gelişmesi ve bireyi keşfiyle, daha çok ayrışmış, parçalanmış, çözümlenmiş ve anlamını yitirir hale gelmiştir. Foucault bu durumu şöyle ifade eder: “...insan derinliklerine doğru inildikçe buhar olup uçuyordu. Uzağa gidildikçe insana daha az rastlanıyordu”. Đnsan bilimleri tarafından hümanistik bir anlayışla merkeze alınan, yaşadığı, toplumsal, bireysel sorunları ortadan kaldırılmaya, yapısal ve düşünsel harikaları ortaya çıkarılmaya çalışılan birey, çözümlendikçe iktidar tarafından daha kolay hükmedilebilen bir varlık haline gelmiştir.
Foucault'un ‘Bölücü pratikler’ olarak nitelendirdiği şey , bireyin toplum içinde sınıflandırılması ve kimi bireylerin toplumdan dışlanmasını kapsamaktadır. Bu sınıflama ve dışlama biçimi, normal-anormal, akıllı- deli, hasta-sağlıklı, kötü-iyi, suçlu-suçsuz gibi ifadelerle kendini gösterip; hapishane, hastane, okul, işyerleri gibi mekanlarla işlerlik kazanmaktadır. Foucault , “Disiplinleriyle hastaneler, tımarhaneler, öksüzler yurdu, okullar, eğitim evleri, fabrikalar, atölyeler ve nihayet hapishaneler; bütün bunlar on dokuzuncu yüzyılın başında yerleştirilmiş ve hiç kuşkusuz sanayi toplumunun ya da kapitalist toplumun işleyiş koşullarından biri olmuş olan iktidarın bir tür büyük toplumsal biçiminin parçasıdır. Đnsanın vücudunu, varlığını ve zamanını işgücüne dönüştürmesi ve onu kapitalizmin işletmek istediği üretim aygıtının hizmetine sokması için bütün bir zorlama aygıtı gerekli oldu; ve bana öyle geliyor ki, insanı kreş ve okuldan alıp kışladan geçirerek, hapishane veya akıl hastanesiyle tehdit ederek –‘ya fabrikaya gidersin, ya da hapishaneye veya tımarhaneye düşersin!’-sonunda düşkünler evine götüren bütün bu zorlamalar aynı iktidar sisteminden kaynaklanıyor” der. Đktidar, ‘bölücü pratikler’ sayesinde, hem toplumsal bir kategorizasyon yaparak yönetim işini kolaylaştırmış hem de kendi üstünlüğünü bireylere kabul ettirmiş olur. Yani iktidar, “...başkalarının dışsallığı içinde Başka’nın farkını temsil etmektedir” (Foucault, 2006b:278).
Foucault'nun 'insanın kendini özneye dönüştürme biçimi’ şeklinde adlandırdığı şey , bireyin kendi vücudunu bir meta olarak görüp, nasıl olup da kendini bir cinsellik ögesi haline dönüştürdüğü konusudur. Đnsan bedeninin bir cinsellik ögesi olarak kullanılmaya başlaması, o bedenin artık siyasi bir işlevinin olmasından kaynaklamaktadır. Toplumları disipline etmenin yollarından biri ve en önemli olanı, onu oluşturan bireylerin bedenine hükmetmekten geçer. Đktidar, bireyin bedenini istediği gibi eğitip ve kendi çıkarı doğrultusunda yönlendirebildiği ölçüde güçlü olabilir
insan bilimlerini keşfetmek, görünüşte, insanı mümkün bir bilginin konusu yapmaktı. Bu insanı bilgi nesnesi olarak kurmaktı. Oysa bu aynı on dokuzuncu yüzyılda, şu büyük eskatolojik mit umut ediliyor, hayal ediliyordu: Bu insan bilgisi sayesinde insanın yabancılaşmalarından kurtulmasına, hakim olamadığı tüm belirlenimlerden kurtulmasına, kendisi hakkında sahip olduğu bu bilgi sayesinde yeniden ya da ilk kez kendisinin efendisi ve sahibi olmasına çabalamak. Başka deyişle, insanın kendi özgürlüğünün ve kendi var oluşunun öznesi olması için insan bir bilgi nesnesi haline getiriliyordu” (Foucault, ). Đnsanı her yönüyle inceleme konusu yapan sosyal bilimler bir anlamda uygulama alnını genişletmiş bunun için de insanı kullanmıştır. Bunun bedeli de bilimin bir aracı olarak insanın, ‘şey’leşmesi, Foucault’nun deyimiyle nesneleşmesi olmuştur.
insanı her yönüyle araştırma konusu edinen bu bilimlerle gerçekleşen şey, Foucault’a göre “...doğa ile insan doğasının kesiştikleri yerde – günümüzde, insanın ilk, reddedilmez esrarlı doğasının varlığını tanıdığımıza inandığımız şu yerde-, klasik düşüncenin ortaya çıkardığı şey, söylemin iktidarıdır”. Bilimlerin araştırma konusu olan insan, sosyal bilimler aracılığı ile çözümlenmiş ve egemen güç tarafından daha kolay kullanılır hale gelmiştir. Bu bağlamda sosyal bilimlerin ortaya çıkışı, iktidarın çıkarının söz konusu oluşuyla doğru orantılıdır. Öyle ki, “Đnsan bilimlerinin kat ettikleri epistemolojik alan önceden hükmedilmemiştir: hiçbir felsefe, hiçbir siyasal veya ahlaki tercih, hiçbir ampirik bilim, insan bedenine yönelik hiçbir gözlem, hiçbir duyu, hayal gücü veya tutku çözümlemesi, XII. ve XIII. yüzyıllarda hiçbir zaman insan gibi bir şeye rastlamamıştır; çünkü bu sıralarda insan var olmamaktaydı (tıpkı hayat, dil veemeğin de olmadıkları gibi); ve insan bilimleri ancak, bazı baskıcı rasyonalizmlerin, çözülememiş bazı bilimsel sorunların, bazı pratik çıkarların etkisiyle, insanın bilimsel nesnelerin cephesine geçirilmesine (tatlılıkla veya zorla ve az veya çok başarıyla) karar verildiğinde ortaya çıkmışlardır;...” (Foucault) Öyleyse bilim aslında iktidarla iç içedir. Bireyin üzerinde egemenlik kurma aracıdır. Đktidar ne kadar çok bilgi sahibi olursa (insan ve onun içinde yaşadığı doğa hakkında) o kadar güçlü olur. Modern çağ düşünürü Bacon’un dediği gibi, “bilmek egemen olmaktır” (Gökberk). Bu nedenle iktidar bilmeyi engellemek bir yana, onu üretir... Fizyolojik, organik bir bilgi ancak beden üzerindeki iktidardan yola çıkarak mümkün olmuştur” (Foucault) . Bireyi her yönüyle bilmek demek, iktidara her yönüyle hakim olmak demektir.
Siyaset, belli bir toplumda eşitsizlikten doğan, çatışma halinde olan çıkarların uzlaştırılması faaliyetidir. Eşitsizlik ve çıkar çatışmasının olduğu her alan bu faaliyetin uygulama alanını oluşturur. Duvarger’in (2002:18) belirttiği gibi “Her şey - ya da hemen hemen her şey- kısmen siyasaldır ve hiçbir şey –ya da hemen hemen hiçbir şey - tümüyle siyasal değildir”. Bu nedenle siyasetin olmadığı hiçbir toplumsal yaşam alanı düşünülemez
Freud'a göre bozuk zihin ilkel birincil süreçlerin hakimiyeti altındadır ve nesnel ego işlevlerine tutunamamaktadır.
Hegel, Freud'un yaptığına benzer olarak bilinçdışının bilincin zemini olduğunu ve psişik yapının birincil ögesi olduğunu gösterir. Bilinçdışı zeminin, bilinçli kendilik yansıtımlı ve patolojisinden sorumlu olduğunu ortaya koyar Zihin , görünümlerini geliştiren içe ait bir mantık vardır.
Ruh semptomun analogudur. Bilinç , bilinçdışı gizil olanın açığa vurulmasıdır.
Bilinçdışı olmadan zihinsel yaşam anlaşılır olmaktan çıkar.
Bilinçdışını ciddiye almak Hegel'e dair anlayışımızı artırır.
Hegel, Freud'un yaptığına benzer olarak bilinçdışının bilincin zemini olduğunu ve psişik yapının birincil ögesi olduğunu gösterir. Bilinçdışı zeminin, bilinçli kendilik yansıtımlı ve patolojisinden sorumlu olduğunu ortaya koyar Zihin , görünümlerini geliştiren içe ait bir mantık vardır.
Ruh semptomun analogudur. Bilinç , bilinçdışı gizil olanın açığa vurulmasıdır.
Bilinçdışı olmadan zihinsel yaşam anlaşılır olmaktan çıkar.
Bilinçdışını ciddiye almak Hegel'e dair anlayışımızı artırır.
Negativiten hem büyümeden hem de çürümeden sorumludur. Negativite ve kaos zihnin analojisini belirler; ego, başarılı bir adaptasyon için sürekli uzlaşmak veya yenmek zorunda olduğu baskıcı ve kavgacı güçlerle kuşatılmıştır.
-Ruh, ilerleyici olumsuzlamanın büyümesidir. Ölüm ve yıkım bizlerin insan zihnine dair anlayışımızın merkezidir.
Sağlıkta ve hastalıkta , ilerleme ve tıkanmada , tekliğe veya hakimiyet sağlamaya yönelik eğilim, arzunun çifte merkezini oluşturmaktadır, negativite bizim içsel varlığımızdır.
-Ruh, ilerleyici olumsuzlamanın büyümesidir. Ölüm ve yıkım bizlerin insan zihnine dair anlayışımızın merkezidir.
Sağlıkta ve hastalıkta , ilerleme ve tıkanmada , tekliğe veya hakimiyet sağlamaya yönelik eğilim, arzunun çifte merkezini oluşturmaktadır, negativite bizim içsel varlığımızdır.
intihar
İntihar Durkheim, intihar üzerindeki araştırmalarını aynı adı taşıyan 450 sayfalık bir yapıtla ortaya koymuştur.
Durkheim, yöntemi gereğince, intihar olgusunu incelemeden önce ilkin bu olgunun dış niteliklerine dayanan bir tanımını yapar :«İntihar bir insanın doğuracağı sonucu bilerek, olumlu ya da olumsuz bir eylemle doğrudan doğruya veya araçlı olarak kendi kendini ölüme sürüklemesidir» (11) der.
İntiharlar böylece bireyi ilgilendiren bir olay olduğuna göre acaba sadece psikoloji bu olguyu anlatamaz mı? İstatistikler belirli bir toplumda beş on yıllık intiharların yıllık toplamın hemen hemen aynı kaldığını, hiç değişmediğini, hatta doğum ve ölüm istatistiklerinden çok daha değişmez ve düzenli olduğunu göstermektedir. İstatistiklerdeki .bu değişmezlik Durkheim’e göre intihar nedenini, bireyden çok toplumda aramak gerektiğini gösterir.
Toplumda meydana gelen bunalımlar da intihar oranlarında bir değişiklik doğurmaktadır. Örneğin devrim hareketleri, savaşlar vb. toplumlarda intihar oranını hemen düşürmektedir. Çünkü bu gibi hallerde kolektif bilinç bireysel bilinçleri sımsıkı sarar.
Bütün bu olgular intiharın nedeninin toplumda aranmasını büsbütün kuvvetlendirir. Durkheim intihar üzerine kurduğu bu varsayımını (hypothèse) gözlemlerle, istatistiklerle kanıtlamadan önce intiharı bireysel nedenlere bağlayan kuramları gözden geçirerek eleştirir, işte birinci kitap, intiharı böyle toplum dışı nedenlerle anlatan kuramların çözümleme ve eleştirmelerine ayrılmıştır, ikinci ve üçüncü kitaplarda da kendi varsayımını yukarda söylediğimiz gibi istatistiklerle, olumlu olgularla kanıtlamaya çalışır.
İntiharı toplumsal olmayan nedenlerle anlatan kuramlar şunlardır:
A. 1. Bazılarının ileri sürdüğü gibi intiharın nedeni acaba delilik midir?
İstatistikler delilikle intihar arasında hiçbir zorunlu ilişkinin bulunmadığını göstermektedir. Örneğin istatistikler delilik oranının kadınlarda erkeklerden yüksek olduğunu ortaya koymaktadır, oysa intihar oranı tersine erkeklerde daha yüksektir. Gene bunun gibi örneğin diğer ırklar yanında Yahudilerde delilik oranı yüksek olduğu halde intihar oranı tersine düşüktür. Bütün bu karşılaştırmalar delilikle intihar arasında kesin bir ilişkinin bulunmadığını gösterir.
2. İstatistikler sarhoşlukla intihar arasında da herhangi bir ilişkinin bulunmadığını belirtmektedir.
B. 1. Acaba ırkla intihar arasında bir ilişki var mıdır?
İstatistikler ırkla intihar arasında herhangi bir zorunlu ilişkinin bulunmadığını ortaya koymaktadır. Örneğin Cermen ırkına bağlı kavimlerin bazılarında intihar oranı çok fazla bazılarında ise çok düşüktür.
2. Soyaçekimle (hérédité) intihar arasında da hiçbir zorunlu ilişki yoktur. Olsaydı intiharın en fazla çocuklar arasında olması gerekirdi. Çünkü soyaçekim kendini en fazla çocukluk çağında gösterir. Oysa istatistikler, intihar oranının çocukluk çağında çok düşük olduğunu göstermektedir.
C. Acaba intiharın iklimle, kozmik etmenlerle ilgisi var mıdır?
Böyle bir ilişki de düşünülemez. Çünkü belirli bir iklime bağlı bir toplumda intihar oranının çağdan çağa değiştiği görülmektedir.
D. İntiharın taklitle de hiçbir ilişkisi olamayacağını anlatan Durkheim kendi sosyolojik açıklamasına geçer.
Durkheim toplumsal bir olayın nedeni gene toplumsal bir olayda olmalıdır, kuralından hareket ederek intiharın nedenini toplumda aramaktadır. Durkheim toplumsal nedenleri dikkate alarak intihar olgularını:
a) Bencil (egoiste)
b) Özgeci (altruiste)
c) Anomik (yani bunalımdan, kargaşalıktan, düzensizlikten gelen) diye üç gruba ayırır.
a) Bencil İntiharlar. Bireyin bağlı olduğu din, aile, politik zümre vb. tarafından korunulmamış olmasından gelir. Başka bir deyimle bencil intiharlar, toplumsal bağlar gevşek olduğu, birey kendini yalnız duyduğu zaman belirir.
Gerçekten istatistikler incelenince intihar oranının Protestanlarda Katoliklerden çok daha yüksek olduğunu göstermektedir. Örneğin Almanya’nın Katolik olan Bavyera çevrelerinde intihar oranı, Protestan olan Prusya’ya göre çok daha azdır. Bavyera’da intihar oranı milyonda 90, Prusya’da 133’tür. Hele Saksonya’da milyonda üç yüzü bulur, İsviçre’de de Protestan kantonlarındaki intihar oranı Katolik kantonlarındakinden dört beş kat fazladır.
Durkheim buna neden olarak, Protestanlığın Katolikliğe göre daha özgür ve daha hoşgörülü olmasını gösterir. Gerçekten insan için inançlarını yeniden kurmak ödevi çok ağır bir iştir. Zaten özgürlüğün ağırlığı da buradadır. Onun için bir Protestan bu sorumluluğu bir Katoliğe göre daha büyük bir şiddetle duyar, inançlarını kendi kendine yaratmak zorunda olan Protestanlığın; bilime, bilgiye herkesten fazla ihtiyacı vardır. Onun için inancın zayıfladığı yerde bilim ve kültür gelişerek elden geldiği kadar bu hastalığın önüne geçmeye çabalar. Görülüyor ki, bilim intiharın nedeni değil, tersine ilacıdır.
İnsanı topluma bağlayan bağ sadece din zümresi değildir. Aile, politik zümre de aynı ödevi görür.
Gene istatistikler gösteriyor ki, bekârlarda intihar oranı evlilerden fazladır. Çocuksuz ailelerdeki oran da çocuklulara göre daha yüksektir.
Büyük politik bunalımlarda, savaşlarda intiharın birdenbire azaldığı görülür. Çünkü bu gibi hallerde toplumsal hayat çok koyulaşmış, ruhları sımsıkı sarmıştır. Örneğin Avusturya, İtalya savaşında her iki ülkede de intihar miktarı yüzde on dört oranında azalmıştır. Böylece bencil intiharları inceleyen Durkheim şöyle bir sonuca varıyor: «İntihar, bireyin dine, aileye devlete olan bağlılığıyla ters orantılıdır».
b) Özgeci İntiharlar, insan yalnız bağlı olduğu zümre tarafından korunmadığı ya da toplumsal bağların çok gevşek olduğu zamanlar değil, topluma çok bağlı olduğu zamanlar da intihar eder. Bu türlü intiharlara Durkheim özgeci intihar adını veriyor.
Bu türlü intiharlara özellikle ilkel toplumlarda ve ordularda rastlanır. Örneğin ilkel kavimlerde yaşlıların, ölü kocalarının arkasından karılarının hatta hizmetçilerinin intihar etmeleri, bir gelenek, hatta bir ödevdi. Bunun gibi Danimarka savaşçıları rahat döşeklerinde ölmemek için –savaşta vurulmazlarsa– intihar ederlerdi. Gotlarda ve Vizigotlarda da doğal ölümle ölmek ayıp, hatta günah sayılırdı.
Bütün bu intiharlarda kendini öldüren adam, bir görevi yerine getirmiş olmak için intihar eder.
c) Anomik İntiharlar, intiharların bir başka çeşidi daha vardır ki, birtakım toplumsal bunalımlar sonucu meydana gelir. Durkheim, bunlara anomik intihar adını verir. Örneğin ekonomi krizleri intiharların artmasına neden olur. 1882 yılında Paris borsasında büyük bir kriz olmuş, bunun sonucu olarak da intiharlar hemen yüzde yedi oranında artmıştır. Bu hal çoğu zaman hayat koşullarının güçleşmesine, yoksulluğun artmasına bağlanır. Oysa istatistikler gösteriyor ki fakirlik arttıkça intihar oranı düşüyor; Öyleyse ekonomi bunalımları sırasında intiharların artmasının nedeni fakirlik, yoksulluk olamaz Bunun bir kanıtı da ekonomi bunalımları ülkenin gelişmesine neden olduğu zamanlarda da intihar oranının artmasıdır. Örneğin 1890’da İtalya’da Milli Birlik Kurulunca bir ekonomik gelişme baş gösterdi. Pazarlar genişledi. Fabrikaların sayısı arttı. Ama bu çağın istatistikleri incelenince, intiharların belirgin ölçüde arttığı dikkati çeker. Kısacası intiharın asıl nedeni toplumun yapısında meydana gelen değişikliktir. Ama bu değişiklik toplum için yararlı veyâ zararlı. olsun, bunun hiçbir önemi yoktur. Toplumun yapısında meydana gelen değişiklik bireyin hayat koşullarını, manevi değerlerini alt üst eder. İşte intiharın asıl nedeni bu kargaşalık (anomie) halidir.
Görülüyor ki Durkheim bu yapıtında her toplumda bireyi intihara sürükleyen bir kolektif gücün bulunduğunu göstermeye çalışmaktadır. Kendisine göre, ilk bakışta bireysel yapının bir sonucu gibi görülen bu eylemler, gerçekte toplumsal yapının.bir.sonucudur. Belirli bir toplumun herhangi bir çağındaki intihar sayısını o toplumun o çağındaki ahlak yapısı belirler. Her toplumun morfolojik ve kolektif yapısına göre intihara karşı kolektif bir eğilimi vardır, işte bireylerin intihar eğilimini belirleyen bu kolektif eğilimdir. Yoksa, sanıldığı gibi, bireylerin intihar eğilimleri kolektif intihar eğilimini doğurmuş değildir.
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Sezai Karakoç
Fal
Eşiğine dayanıp seyirdiğim
cansız doğa: Bir çingene geldi
gece, ellerimi açtı ve uzun,
dingin bir yağmur düştü yüzüne:
"Her şey geçer, sen geçmezsin."
Güldüm, katıldım: Bilmem mi
kuytudan beslenen yorgun tekliğimi:
Ben amansız çatlak, sudan ve çıradan
çıkma yangın lehçesi: Her şey geçer
ben kalırım.
Enis Batur
Susmanın ibadet
Olduğu yerde
Ne çok
Konuşuyordu.
Arada bir, tek başına yaşayan
Hasta, yaşlı birini
Yoklamaya gider gibi
İç denetimden geçebilirdi.
Seslerin hele kof, sığda
Çiğ ve güncel
Eriyeceğini havada
Bile bilmiyordu.
Kınayan, sessiz bakışlar
Ancak bir akşam üstü
Beklemiş, çok beklemiş
Birden sözünü kesti.
Behçet Necatigil
Olduğu yerde
Ne çok
Konuşuyordu.
Arada bir, tek başına yaşayan
Hasta, yaşlı birini
Yoklamaya gider gibi
İç denetimden geçebilirdi.
Seslerin hele kof, sığda
Çiğ ve güncel
Eriyeceğini havada
Bile bilmiyordu.
Kınayan, sessiz bakışlar
Ancak bir akşam üstü
Beklemiş, çok beklemiş
Birden sözünü kesti.
Behçet Necatigil
İntihar
Sen tam tabancayı
Şakağına dayamışsın;
Kapı açılıveriyor
Ve üstündekileri
Bir bir fırlatıp atan
Bir leylak sesi...
Cemal Süreyya
İnsan, doğanın ürünüdür ve yaşambilimsel evrimin sonucudur. Yaşambilimsel evrimden insansal tarihe geçiş emek'le başlamıştır. İnsansal emeği hayvansal çaba'dan ayıran, bu emeğin bilinçli oluşturur. Emek ve bilinç,birbirlerinin koşulu olarak, insana özgü bir diyalektik ikileşmedir .
İnsan,kendisini meydana getiren doğasal koşulları aşmakla varlaşmıştır ve bundan ötürüdür ki,artık o doğasal koşullara indirgenemez. Bilinç ve eylemin birbirlerini karşılıklı olarak etkilemesiyle gerçekleşen uzun bir evrim sonunda alet yapmış ve hayvandan farklı olarak kendi kendini üretmiş'tir. Hayvan tek başına bir varlık olduğu halde, insan ancak toplumsal bir varlık 'tır. "İnsan toplumsal ilişkilerinin toplamıdır " .
İnsan,kendisini meydana getiren doğasal koşulları aşmakla varlaşmıştır ve bundan ötürüdür ki,artık o doğasal koşullara indirgenemez. Bilinç ve eylemin birbirlerini karşılıklı olarak etkilemesiyle gerçekleşen uzun bir evrim sonunda alet yapmış ve hayvandan farklı olarak kendi kendini üretmiş'tir. Hayvan tek başına bir varlık olduğu halde, insan ancak toplumsal bir varlık 'tır. "İnsan toplumsal ilişkilerinin toplamıdır " .
Laiklik veya laisizm (Fransızca: Laïcité); devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensiptir. Fransızca'dan Türkçe'ye geçmiş olan "laik" sözcüğü, "din adamı olmayan kimse; din adamı dışında kalan halk" anlamına gelen Latince "laicus" sözcüğünden gelmektedir. Roma döneminde din adamlarına "Clerici" din adamı olmayanlara da "Laici" adı veriliyordu.
Hegel'e göre her çeşit yaşamın, eşdeyişiyle her çeşit hareketin kaynağı çelişme'dir. Bu demektir ki ,insan düşüncesi soyut bir terim ortaya koyar ,sonra da buna karşıt bir terim ileri sürerek düşüncesini devindirir. Düşünce, bu karşıt terimlerin her birini üstün bir sentezde gerçekleştirerek üçüncü bir düşünme evresinde kendi birliğine kavuşur. Böylece sentezden senteze yükselerek soyuttan somuta doğru ilerler.
Günümüz psikoloji literatürü, mizacı üç temel boyutta incelemektedir. a) Olumsuz tepkisellik; kızgınlık , ağlama ,sızlama ve mizmizlanma gibi yüksek yoğunluktaki tepkileri, b) Sicakkanlilik -çekingenlik ; yeni durum ve insanlara yaklaşma ya da tersine uzaklaşma eğilimini c) Sebatkarlik; bir işe uzun süre dikkatini yoğunlaştirabilme kapasitesini ve işi tamamlayincaya kadar üzerinde çalışmaya devam etme eğilimini anlatır. Bu üç boyut sırasıyla mizacın duygu, davranış ve dikkat süreçleriyle ilişkilidir.
Orta Çağ Avrupa'sında otuz ve yüzyıl olarak bilinen din çatışmaları yüzünden milyonlarca insan öldükten sonra kilise ve devletin birbirinden tamamen ayrıştırılması yönünde genel bir ortak akıl gelişti. Bu akıl ile birlikte laiklik din ve devlet ilişkilerini düzeyenleyen bir ilke olarak ortaya çıktı.
SİSİFOS’a ÖĞÜTLER
Ne etsen yaranamazsın
Ümit tüketmek seninkisi
Anladın artık
Yanaşma pazarlığa.
Vurmuşlar taşı sırtına bir kez, mahkûmsun,
Ne övgü ne yardım beklemek boşuna
Çetelen tutulmuş, koymuşlar kafalarına
Bir rahmetlik ömrümüz var şurasında şunun
Geleceği varsa göreceği de var ölümün. Sevinme !
Vakit genç !
Çıkar yol değil umudu kemirmek
Çıkmayan yolda işimiz ne ?
Ya it ya da iblisler sevişir
Kendi kaderiyle
Bırak kayaları kopsun yerinden
Dağlayacaksa yüreğini
Güneş dağlasın bırak !
Düştüğün sarhoşluğu övme
Gazabına gazap kat dünyanın, öfkeye öfke !
Geleceği kahkahalar
Dağları hınçla deviren
Sessizce yürüyen ümitsize doğru
Ümidi dişleriyle koparırcasına söken :
İnsanlar gerek.
HANS MAGNUS ENZENSBERGER
Ne etsen yaranamazsın
Ümit tüketmek seninkisi
Anladın artık
Yanaşma pazarlığa.
Vurmuşlar taşı sırtına bir kez, mahkûmsun,
Ne övgü ne yardım beklemek boşuna
Çetelen tutulmuş, koymuşlar kafalarına
Bir rahmetlik ömrümüz var şurasında şunun
Geleceği varsa göreceği de var ölümün. Sevinme !
Vakit genç !
Çıkar yol değil umudu kemirmek
Çıkmayan yolda işimiz ne ?
Ya it ya da iblisler sevişir
Kendi kaderiyle
Bırak kayaları kopsun yerinden
Dağlayacaksa yüreğini
Güneş dağlasın bırak !
Düştüğün sarhoşluğu övme
Gazabına gazap kat dünyanın, öfkeye öfke !
Geleceği kahkahalar
Dağları hınçla deviren
Sessizce yürüyen ümitsize doğru
Ümidi dişleriyle koparırcasına söken :
İnsanlar gerek.
HANS MAGNUS ENZENSBERGER
Psikanaliz kuramın temelini oluşturan iki temel ilke 1) Nedensellik (kozalite-causality) psişik determinasyon ve 2-Bilinçdışı'nın (bilinçaltı-bilinçötesi ) (unconscuous), insanın ruhsal hayatında, bilinçsel olaylardan çok daha dominant bir rol oynadığıdır.
1-Psişik determinizm, bu demektir ki, insanın hayatında hiçbir şey rastgele olmaz;her ruhsal olay, kendinden bir evvelkinin doğal bir izleyicisidir. İnsanın hayatında ruhsal bir kopukluk söz konusu olamaz. (continuity=devamlılık ilkesi ) İster normal ister patolojik olsun , günlük hayatımızda her yaptığımız işin ve söylediğimiz sözcüğün bir anlamı , bir geçmişi ve bir de geleceği vardır.
2-Bilinçötesi'nin varlığı ; Psikanaliz, zihnimizden geçen süreçlerin çoğunun bilinçdışı olduğunu ilk kez iddia eden disiplin olmuştur. Yıllarboyu sorulmuş olan klasik soru şudur: bilinçötesi'nin varlığını nasıl kanıtları? cevap :rüyalar, hipnoz, hipnoz sonrası telkin , çok kişilikler, günlük hayatımızın dil sürçmeleri ve unutkanlıklar , otomatik yazma ve benzeri. Tüm bunlarda , bilinçsel kontrol ortadan kalkmıştır. Psikozlara da , hemen hemen tüm bilinçötesi olayların yaşandığı bir tablo olarak bakılabilir
1-Psişik determinizm, bu demektir ki, insanın hayatında hiçbir şey rastgele olmaz;her ruhsal olay, kendinden bir evvelkinin doğal bir izleyicisidir. İnsanın hayatında ruhsal bir kopukluk söz konusu olamaz. (continuity=devamlılık ilkesi ) İster normal ister patolojik olsun , günlük hayatımızda her yaptığımız işin ve söylediğimiz sözcüğün bir anlamı , bir geçmişi ve bir de geleceği vardır.
2-Bilinçötesi'nin varlığı ; Psikanaliz, zihnimizden geçen süreçlerin çoğunun bilinçdışı olduğunu ilk kez iddia eden disiplin olmuştur. Yıllarboyu sorulmuş olan klasik soru şudur: bilinçötesi'nin varlığını nasıl kanıtları? cevap :rüyalar, hipnoz, hipnoz sonrası telkin , çok kişilikler, günlük hayatımızın dil sürçmeleri ve unutkanlıklar , otomatik yazma ve benzeri. Tüm bunlarda , bilinçsel kontrol ortadan kalkmıştır. Psikozlara da , hemen hemen tüm bilinçötesi olayların yaşandığı bir tablo olarak bakılabilir
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)